13 Haziran 2009 Cumartesi

O Gün



Bir kadın yatıyor; bir kamyonetin arkasında, tahta bir kutunun içinde, cansız. Bir kadın ki üçümüzü doğurmuş; içinden çıkarmış, etinden koparmış. Şimdi katmış peşine üçünü de gözü yaşlı, binlerce kez geçtiği yoldan bir kez daha geçiyor, bu kez yalnız. Yol karanlık ve uzun. Her zamankinden daha sıkıcı, bitmek bilmiyor bir türlü. Önümüzde bir kamyonet; kasasında bir kadın yatıyor, cansız. Aklıma Grace geliyor; kasa kasa elmalar, irili ufaklı… Sonra Dogville’in ne kadar iyi bir film olduğunu bir kez daha onaylıyorum içimde. Sonra uzun zamandır yemediğim kurabiyeler aklıma geliyor, sadece onları düşünüyorum bir süre. Şarkılar çalıyor kafamın içinde; koskoca kadına “Yüzünü Dökme Küçük Kız” diyorum; üzgün olduğunu düşünüyorum çünkü. Hepimiz arabalara doluşmuş yola devam ederken, onun o kamyonetin arkasında çok mutlu olmadığını hissediyorum; yüzünü dökmüştür gerçekten diye söyleniyorum. Şarkı söylüyor gibiyim ama söyleniyorum aslında ben ona.


Yüzünü hatırlayamıyorum bir türlü. Bir ayna tutsalar suretime, hemen hatırlayabilirim, o kadar aşikar aslında! Dikiz aynalarından yardım istiyorum ama göstermiyorlar yüzümü bu karanlıkta; kendi kurallarından taviz vermiyorlar, “Işık olmadan gösteremeyiz” diyorlar pişkin pişkin. Bu saatte, bu karanlıkta size nerden bulayım ben ışığı dememe kalmadan hafızam elini uzatıyor bana. Yüzünü olmasa da cüssesini fısıldıyor kulağıma; kocaman bir kadındı annen diyor. Hatırlasana, her zaman kızmaz mıydın ona çok yemek yediği için? Tombul bir kadındı annen; etli, yumuşak… Tombul işte. Peki diyorum madem o kadar iri bir kadındı benim annem, nasıl sığmış o minik kutuya? Susuyor hafızam, suskun dilim. Anlam veremiyorum bir türlü, sihirli bir şeyler dönüyor olmalı etrafımda, mümkün değil ki fiziksel olarak! Düşünüyorum.


Şehrin girişinde duruyor tüm arabalar sırayla, art arda. Ben sadece bir tanesiyle ilgileniyorum. Bir kamyonet. Şu an ne rengini, ne tipini, ne de plakasını hatırladığım bir kamyonetle yakından ilgiliyim o dakikalarda. Çıplak ayaklarımı bulunduğum arabadan dışarı atıyorum, kamyonet hemen arkamızda. Kutuyu kaldırıyorlar özenle. Götürüyorlar. Tanımadığım insanlar aslında birçoğu. Bilmediğim adamlar, tanıdık değil yüzleri. Girdikleri kapıdan ellerini birbirine vurarak, silkeleyerek dışarı çıkıyorlar; sanki ellerine pis bir şey bulaşmış gibi! Üflüyor hatta birkaçı ellerini. O dakika sadece buna odaklanıyorum. Geri biniyoruz arabalara ve annemlere gidiyoruz. Annem gelmese de, onu şehrin girişinde bir yerde bıraksak da, biz annemlere gidiyoruz. Değiştirmiyor hiçbir gerçek  rotamızı!


Anne evi. Tanıdık işte. Her şey, her zaman bıraktığınız gibi. Değişmiyor bir türlü. Kime bu inat bilinmez. Bu meydan okuma kime? Neden kandırıyor beni bu ev yıllardır? Neden kafamı karıştırıyor? Hayatımdaki her şey sürekli değişip dururken, ben dahi, dün ak dediğime bugün kara diyorken, saçım, tipim, arkadaşlarım, sevgililerim değişip dururken; hem tam da normalinin bu olduğuna, değişimin büyüsüne ve gerekliliğine inanmışken, neden yıkıyor bütün duvarlarımı? Yalanlamaya çalıştığı ne ki? Amacı ne anne evinin? Kızların baba evi varsa, erkeklerin de anne evi var, ana kucağı. Değişmeyen…


Kafamdaki gibi değil cenaze! Şık giyinmemişim mesela. Kimse şık değil, öyle bir kaygı ya da hava kimsede yok. Siyah giyinmemiz gerekmez miydi? Annemin tek oğlu olarak, şık siyah bir takım elbise giymem gerekmez miydi? Gelenleri karşılamam, taziyeleri kabul etmem, metin olmam, insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmem, defin işlemlerini halletmem, mezar yeri seçmem, düşünmem, illa ki düşünmem gerekmez miydi? Bir köşeye sinip ağlamak dışında elimden bir şey gelmez miydi? Yoksa hala ben ben ben mi diyordum umursamazca? Bana ne işten güçten; acım var, annemi kaybettim, acım büyük diyip kolayca bir köşeye mi çekiliyordum? Her şeyin en iyisini ben yaparım ya her zaman, ölen annenin ardından da en iyi üzülen olmaya mı çalışıyordum? Bu kadar bencil miydi varlığım, bu kadar mı meşguldü kendiyle? Yoksa cidden acım, kendimi bir kenara atacak, zihnimi silecek kadar fazla mıydı? Yoksa gerçekten elimden daha fazlası gelmiyor muydu? Annem için istediğim kadar ağlamaya hakkım var mıydı? Daha önümde uzun bir zaman vardı aslında üzülmeye, ağlamaya, onun eşyalarına sarılmaya… Ama acı ertelenebilir miydi ki?   Başka bahara saklayabilir miydim bu acıyı? Çıkarıp çıkarıp içime çekebilir miydim doyasıya? Yüzüme, gözüme sürebilir miydim uzun yıllar bu acıyı? O kadar fazla geliyor ki o anda yaşanan acı, bir an önce geçsin, gitsin istiyorsunuz üzerinizden.  Hemen alışalım, hayat normale dönsün; sabır, teselli bulalım dünya nimetlerinde istiyor bir yanınız. Başka tarafınız tedirgin; korkuyor bu acıyı kanıksamaktan, özümsemekten, benimsemekten. Alışmaktan korkuyorsunuz onsuzluğa. Hiç azalmasın bu acı, dinmesin, alçalmasın istiyorsunuz. Aksine artsın günbegün. Aksın çağlayanlar gibi, yürüsün gitsin. Her yerinizi kaplasın, sizi rehin alsın, yaşatmasın, gün yüzü göstermesin istiyorsunuz. Ama eminsin çiğliğinden, pişkinliğinden. Hemen kendini aklamaya meyillisin. Kendini kollamaya, kendini kurtarmaya programlanmışsın. Azalıyor acı günbegün. Yazık.

2 yorum:

  1. Ben sana diyecek söz bulamadım.. Sustum kaldım.. Sessiz sessiz alkışladım..

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür etmekle yetinmek zorumdayım ben de :)Çok teşekkür ederim...

    YanıtlaSil