18 Haziran 2009 Perşembe

Eksik


Olmayışın tarihi yatıyor bu şehirde. Bir olmayış, bir tamamlanamama… Eksik; sonu, hatta devamı yok. Bir bütünden yoksun bir duruş, bir yanı eksik. Önü açık, el etek çekmiş. Düşmekten devamlı, yaralar kabuk üstüne kabuk bağlamış. Teni solmuş, suyu çıkmış, kuruyup çatlamış anıları. İçi çekilmiş bir hikaye… Acı mı acı! Bir lüks esasında; yaptırımı olmayan, yürüyüşü yalpak bir lüks bu… Nerde başlayıp nerde bittiği belli değil! Tam kendini bulduğu noktada bir ihtiyaç aslında… Çehresi çabuk yaşlanmış, duruşu daha orta yaşlarında bozulmuş, saygınlığını yeni yeni yitirmiş ve yarım, illaki eksik bir tarih. Sona var biraz daha. Son dediğin değişmez elbet, erken gelir. Son dediğin bir mecburiyet… Güzel bir çıkmaz, asla değişmez, erimez, bitmez… Soyup dilim dilim yediğim bir tarih var elimde. 

Bir kimsesizlik arayışı verdi sonuç. Çıkardı midesinde ne varsa. Eğildi bir ağacın altına, kusup attı herkesi içinden, buldu kimsesizliği. Sonra üzerine tükürdü ağzından çıkarıp yere attığı herkesin. Basit bir refleks gibi geldi önce. Sonra anladı süpürdüğünü ağzının iç yüzlerini. Ağzının ortalık yerinde bayram temizliği, tükürüğe boğdu herkesi. Suyu boşalır gibi kimsesizliğin annesinin… Kaydıra kaydıra, ıslata ıslata doğurdu, çıkardı içinden kimsesizliği gün yüzüne.

Durur gibi yaptı; eksilterek ilmek sayısını, kesmeye başlayarak uçlarından bitiyormuş gibi göstermeye çalıştı. Umudu da yok artık; üstüne tükürdü onun da bir ağacın altında. Bir an tereddüt etti. Bu üzerine tükürülmüş umuda işi düşmesin yarın öbür gün? Kapısına çıkmasın sakın sonra bütün sokaklar? Kaçıp kaçıp bu terkedilmiş umudun kucağına düşmesin? 

Bir ömür geçiyor gözünün önünde. Yarım kalan, eksik bir hikaye… Tepeden baktığı herkesten medet uman, yardım alabileceği herkese müdanasız, iyisi kötüsü, güzeli çirkini, ihtiyacı lüksü ayırt etmeden, hepsini koyup bir kaba, üzerine tükürmüş bir hikaye… Dili damağına yapışmış, susuz, çorak… Akrepler sokmuş her yanını, karıncalar dolmuş göz çukurlarına. Tamamlanmamış. Tam anlaşılmamış.

Senin Sevgilin ve Senin Sevgilin

Düşünemediğim gerçeklerin düşleyemediğim hayallerimle uzun eşek oynayışının, altta kalanın canı çıksının, bel patlamalarının, sakat kalışların en güzel şekilde seyreylendiği; üstünde kurtların kuzuları soluksuz kovalamaya devam ettiği, kuzunun kuzuluğuna isyan edişine, kurtun kendisi dışında her şeye öykünüşüne taban olan, korkunun ve adaletsizliğin tavan yaptığı, o en yüksek, en düz, o en serin, o en uçsuz bucaksız yaylalardan bütün her şeyi kayıtsızca, sorgulamadan, düşünmeden, bilmeden, bilemeden izlemeyi bırak artık lütfen! Denize ulaş, deniz seviyesine in, daha yakına gel; gel ki gör suyun içindeki cümle mahlukatın albenili renklerini. Sok kafanı artık suya da gör balıkların derisinde parıldayan pulların cümbüşünü. İnat etme daha fazla da gir şu suya! Göğe değil, suya bak; bak ki gör hayat suda, aldanma kendilerini özgür sanan uçan kanatlılara! Aldanma dağların tepesindeki beyaz karlara, mavi göğün süsü pamuk bulutlara… Hepsinin eninde sonunda düştüğü yerde bekliyorum bak seni!

Deniz olmayan şehirlerde yaşayamayışımın kanıtıymış meğer balıklığım! Gün geçtikçe ışıltısı sönen gözlerim değil, pullarımmış halbu ki… Yıllar yıllar önce balıklığıma verilmiş madalyalar; kim olduğuma değil, ne olduğuma değer biçilmiş! Oysa ben isterdim ki…

Çalınan kalpler, çalınan kapılar, susmayan ziller, susturulamayan hisler, merdivenler ve ayak sesleri üzerlerinde, düşler ve kanlar, spermler bünyelerinde, duyulamayan hıçkırıklar, duyabildiğin nadir ama gerçek anlar, sevdiklerin ve unutamadıkların yan yana, göz ardı ettiklerin ve göz bebeğin üst üste, tek yönlü sevişlerin, çift şerit sevilişlerin, koltuğunun altında karpuzlar eskili yenili, irili ufaklı, sesine ihtiyaç duyanlar ve senin ihtiyacın sessizliğe, dengen ve dengesizliklerin, adalete giden yolda boynu kıldan ince dehlizler, günlüğün ve gününü gösterdiklerin, öldüremediğin hislerinin öldürdüğü ruhlar, kayıp tutunamayanlar ve kalıp tutturamayanlar, acıların ve acıttıkların, topladığın çiçekler ve bir kısmını dalında unuttuğun meyveler, koparmaya kıyamadığımız bağlarımız ve yalnızca sonunu hatırlayabildiğimiz yarım kalan sevdalarımız, öpüşlerin ılık ılık ve duruşların açık seçik ve kayboluşun gözden yavaşca, gözden çıkardıkların ve asla göze alamadıkların, senin sevgilin ve senin sevgilin…

Önce kelimeleri kolay kullanan, sonra cümleleri kolay yutanlardan…

Lügat-i Ahkam

Bir türlü çıkaramadığım yüzler var; önlerine perde indirip, sonra indirdiğim perdeyi dahi unutup kendi içimde, kendi içime yabancılaştırdığım, kağıda yarısı silik çıkmış çehreler. Bir türlü çıkaramadığım insanlar var; göçebe değil, yerleşik; düzen bulmuş, düzen kurmuş, oturmuş, dinlenmiş, su içmiş, su vermiş insanlar. Asla unutamadığım şeyler var ve beni her daim yalancı çıkaran, aklımın, zihnimin yakınına düşememiş unuttuklarım! Hayalime gelmiş belki ama aklıma gelemeyen! 

Kaos bir göbek taşı olmuş, ben de yatmışım üstüne keseleniyorum senebesene! Tatlı tatlı yanıyor canım… Bir ritim tutturmuş kese sırtımda, ivmesini sıfıra sabitlemiş ve duraksız. En sevdiğim su dökedursun tepemden kaynar kaynar, ben bırakmışım kendimi şarkılara, sesimin güzelliğine güzellik katan hamam yankılarının beline sarılmışım terennüm ederek. Hamur gibi olmuş vücudum, göbeğim hamur gibi kabarmış ortası delik, pişmeye hazır. Form kazanmış yaşantım, sevdiğime benzemiş hamurumsu ruhumun yeni vücudu yavaş yavaş. 

Gizleyen tek şey sözcükler. Sanki harfler yan yana dizilip baraj kurmuşlar minik vücutlarıyla kabahatlerin, kusurların önüne de saklıyorlar bizden mündemiç gerçekleri. Her biri çelişkili ama ortak paydada, kuşkulu ama korkusuz, suçlu ama cesaret etmiş kurtarmaya bizim kurtaramadığımız yaşanmışlıklarımızı. 

Duyduğumuz yalın hikayelere öykünen hayatlarımızın düşmanı arsız dudaklarımız! Koca bir çete kurmuşlar çekinmeden, en görünen, en ortalık yerimize. Dişler, dudaklar ve dil. Sanki sözleşmişler aykırılığa, yemin etmişler muhalefete, haraçlarını hayatlarımızdan keserek beslenmişler. Biri tutmuş, piri parçalamış, biri geri itip yutmuş. Birlikte hazırlamışlar tuzakları; biri seslileri, biri sessizleri çıkarmış. Biri cazibesini kullanmış ve yakalamışlar kurbanlarını! Biri en önde, biri ortada, biri en arkada durmuş. Biri birmiş, biri iki, biri üç! Bir olmuş, iki olmuş, üç olmuş!

Dün yeni bir lügat buldum şişenin içinde. Bir kağıda yapışmış sözcükler; buruşturulup suya atılmış bir kağıdın üstünde, suyu yutmuş, göbeği şişmiş bir şişenin içinde; yeni, hiç kullanılmamış, şahsıma münhasır, aklıma yatkın bir lügatin içinde elli tane. Tek başlarına anlamlı, tek başlarına cümle ama asla yan yana gelemeyen, getirilemeyen, yazması da, telaffuz etmesi de zor, uzunu çok uzun, kısası çok kısa, ortalamasız, altları illaki çizili sözcükler. Sindirilemeyen, ezberlenemeyen, açıklanamayan, üzülen, üzülmüş, üzen, sihirli, gerçek bir lügat buldum dün. Tensel teması yok başka lügatlerle; dışlanmış hep, göz ardı edilmiş her zaman, hiç sevgilisi olmamış, hatta hiç seveni çıkmamış, istemeye bile gelmemişler bir kez olsun… Hiçbir vücuda uymamış bir organ gibi bulmuş kendine içinde bekleyebileceği bir sıvı, dondurmuş hislerini. Meyusiyet içinde yalanladığı içinmiş tüm lügatleri bu makus talihi.

Denge


Dengeydi salınımın amacı. Tarotta çıkan, çizgi filmlerde bulduğum, med-ceziri yorumladığım, kurmaya çalıştığım; onu bozmanın, bozabilmenin büyüsünün hayat sıvım, kanım olduğuna inandığım günlere inat sevmeye çalıştığım, buyur etmeye çaba sarf ettiğim şey dengeydi işte! Bulabileceğim en güvenli, en güzel manzaralı, en sağlam topraklara kurmam gerekirdi bu şantiyeyi ki dağılıp gitmesin en küçük zerzelede...

Hak veriyorum sana l anas muroyirev kah

Koyduğun yerde durmuyor bazen eşyalar; anılar, anahtarlar, insanlar, insancıklar, kalp pilleri, kalp kapakçıkları, avizeler, örtüler ve örtülemeyenler. Gözden kaçıyor bazen hiç görülemeyenler; bize en büyük hasarı da onlar veriyor en büyük darbeleriyle! Gözden kaçmak için gözün, irisin hemen arkasına saklanmak tam da görülemeyenlere yakışır bir kalleşlik değil mi sence de? Biz gözümüzden sakınırken her şeyi, onların gözümüzün arkasına saklanması sence de kahpelik değil mi? Arkasına dönüp bakmayı hiç akıl edemeyen bana yapılabilecek en büyük terbiyesizlik bu! Ama ben dün arkamı döndüm ilk defa ve gördüm arsız görülemeyenleri! Çünkü her zaman katildir en son terk eden cinayet mahalini! 

Kurduğum kurgularımın, kurtulamadığım kuruntularıma oranı aslında benim sırtımı bire dayayan, göbeğimi bir kesen birle, birlikle… Engelleyen çiftleşmemi, dölleyemememin sebebi kendimi, kurmacalar ve oyuncaklar gördüğüm kadarıyla alnının çatısındaki aynada! Senin kafan sallandıkça bulandı görüntüm. Hainler! En çok sallanan yere yerleştirmişler aynayı; sen sallandıkça ben bulanayım diye, düşebildiğim kadar uzak düşeyim netlikten, berraklıktan diye! Zirve yapsın kaosum, yetişemesin kollarım, korkup, kapanayım içime diye kazmışlar ortaya en hain, en derin, en kahpe kuyularını. Kuşların kuşken uçup kurtulamadığı, karların karken eriyip akamadığı o dipsiz, anlamsız kuyularını benim hanemin ortasına kazmışlar! Düşsün aşk içine; düşsün ki kaşı gözü açılsın, hiçbir ilaç yaramasın, beli doğrulmasın, beti benzi hep solgun kalsın diye! Yüz metre öteden anlaşılsın hasta olduğu, herkes görsün solgunluğu aşkın tenindeki; görsün ki şenlensin damakları benzersiz tatlarla, fark etsinler ki sonuç verdiğini çabalarının, devam etsinler yollarına diye, ahsız amansız… Belimiz patlasın, iliklerimiz onlara önce kan, sonra kuruyup yuva olsun diye! Kan yapalım bedenlerinde, düşelim kuyuya da can verelim onlara; biz sekiz kalalım, onlar on olsun diye! Gözümüzde yaşlar donsun, donan her yerimiz tuz buz olsun diye!

c k t
a a a
n n t
s s s
ı ı ı
z z z


Tüm kanatsız canlılar gibi uçmaya öykünmesek? Sürüngenler gibi de sürünmesek ama? Yumuşakçalar gibi esnek, böceklerin sırtındaki kitin kadar gevrek olmasak? Belimizin üstü çekmeye, belden aşağımız basınca dayanımlı olmasa? Hiyerarşisi olmasa hayatlarımızın vücutlarımıza, organlarımızın hiyerarşisine inat? En tepedeki organımız beyin; yönetim katında, organlar koğuşunun ağası, en höd diyince öd patlatanı… Tam ortasında ev tutmuş kalp organlar sokağımızın! Her köşeye, her sapağa eşit mesafede durabilsin diye! En vasıfsız, en horlanmış, en pis, en üçüncü sınıf, en yüzüne bakılmaz organlarımız, sakat atları tıkmışlar kapıcı dairesine; pencerelerinden ancak geçen gidenin ayakkabılarının görülebildigi, manzarayı bırak gün ışığının bile esirgendigi, en rutubetli, en kötü kokan dairesine vücudumuzun… İşte tüm bu sistematiğe, hiyerarşiye inat, daha bir anarşist olsa hayatlarımız? İç basıncı dış basınca eşitlemeden de zarlarımız esnese? Her zaman düşeş gelseler? İki damla tuza teslim olmasa zarlarımız da hidrolize uğramasa fukara hücrelerimiz? Sözünü biraz daha geçirebilse, biraz daha diktatör olsa zarlarımız, geleni geçeni buyur etmese, daha az yardım sever olup, daha fazla hanesini düşünse de boşalmasa hücremizin suyu da büzüşmesek büzüm büzüm? Dönüp dönüp aynı rakamların bulunduğu yüzlere düşürmeseler oynak kütlelerini; bir avuç daha fazla sağa devrilip çoktan aza ulaşmasalar? Döndükçe değerleri artsa? Amaçlarına çabalarına ulaşsalar, emeklerine saygı duyulsa? İki salsaya altı gelmese, saatlerce dönmeye elde bir birle kalınmasa? Adalet gelse bu şehre? En azından bu bünyeye! Ya da belki de zarlarda kabahat? Durmayı bilseler! Doğru zamanda doğru yüzün üstüne usulca devrilip, azı altta tutup, çoğu göğe çıkarsalar? Ya da neden zarın üst yüzündeki rakam gelmiş olur? Asıl efsunlu, merak uyandıran, kendini göstermeyen alt yüzeydeki değil midir? Bıraksa artık zarlar da bu hiyerarşiyi! Üstteki değil bir kez de alttaki öttürse borusunu kulakları sağır edercesine? Bir izin versek de tozu dumana katsa altta ezilen rakam! Dönsek zararın neresinden karla!

Cin


Belki tek bir gerçek var, belki birden çok. Tek ben varım, her şey benden çok. Düz yaratılanların en düzü, eğri amaçların gün yüzü. Anlam beşiği, uykusuz gecelerin uyku eşiği. Kaşı kıldan, saçı telden, gözü görmez, dili kesilmiş... Teri akmış, canı çıkmış, canı yanmış... Sen koru sönmüş, kaymağı alınmış; yünü değerli, suyu pahalı bakımlı cengaver! 

Bir adam karısını çok sevmiş; sevgisinden başka adamlara satmış! 
Bir adam karısını başka adamlara satabilecek kadar çok sevmiş!

Kılıçların kınına, dişlerin yuvasına, taşların çukura girmediği bir dönemde, suyun su iken temizleyemediği, rüzgarın rüzgarken süpüremediği, celladın cellatken kafaları kesemediği, harflerin harfken yan yana dizilip ele veremediği kusurlar var yuvamızda. Yalnızlıksa bu, hoş gelmiş evimize; eğer ölmüşse fikirler, Allah rahmet eylemiş; çocuklarsa kıran camları, canları sağ olsun evlatlarımın; varsa bilen, gören görmüş, duyan duymuşsa kalemimin ucunun kırıldığını olsun varsın !

Taşsız gecenin soluksuz sabahı buz tutmuş elinin ayasında; ayaz çıkmış kapıda, uçurmuş tertemiz çamaşırları ipten. Bekleyen mukadderatın rengi solmuş güneşte. Dindar kapıcıyı kafir yönetici kovmuş apartmandan. Yüzü suya batmış herkesi cin çarpmış cumadan. Kediler de şaşırmış bu işe; tüyleri ürpermiş hakikatle ve çaresiz kalmışlar; zavallı...

Kirpiksiz canavarlardan dayak yemiş, aç tavuklar tartaklamış saçlarını; buğday buğday etmişler. Biraz yunuslarla yüzmüş; sonra onları da küstürmüş, kafası karışmış bir halde kapımın önünde buldum çocuğu; uykusuzluktan gözleri kapanmış! Hemen aldım içeriye, üstünü başını değiştirdim; bitkindi, bitmiş. Kafasının altına bir yastık koydum uyandırmamaya çalışarak, beklerken uyanmasını. Açamadı gözlerini hemen öyle, sıcak suyla ıslattığım pamuklarla sildim çapaklarını, sivri çenesi avucumun içinde. Perdeler kapalı sakladım yüzünü güneşten; bakmaya doyamadığım, güneşten ve kendimden sakındığım...

Çarpışmış arabalar, kesişmiş doğrular... Yön bulmuş su, yüzdürmüş çerçöpü üstünde, taşımış gelmiş kapıma kadar. Ağlamaklı duvarlar söndürmüşler ateşlerini; ses geçirmez, çıt çıkarmaz, umursamaz olmuşlar. Yedikçe boyaları üzerlerine katbekat, vazgeçmişler direnmekten, manalarından. Duymazdan gelmek, görmeden yaşamak hoşlarına gitmiş ve bırakmışlar bu ebedi şahitliği.

13 Haziran 2009 Cumartesi

O Gün



Bir kadın yatıyor; bir kamyonetin arkasında, tahta bir kutunun içinde, cansız. Bir kadın ki üçümüzü doğurmuş; içinden çıkarmış, etinden koparmış. Şimdi katmış peşine üçünü de gözü yaşlı, binlerce kez geçtiği yoldan bir kez daha geçiyor, bu kez yalnız. Yol karanlık ve uzun. Her zamankinden daha sıkıcı, bitmek bilmiyor bir türlü. Önümüzde bir kamyonet; kasasında bir kadın yatıyor, cansız. Aklıma Grace geliyor; kasa kasa elmalar, irili ufaklı… Sonra Dogville’in ne kadar iyi bir film olduğunu bir kez daha onaylıyorum içimde. Sonra uzun zamandır yemediğim kurabiyeler aklıma geliyor, sadece onları düşünüyorum bir süre. Şarkılar çalıyor kafamın içinde; koskoca kadına “Yüzünü Dökme Küçük Kız” diyorum; üzgün olduğunu düşünüyorum çünkü. Hepimiz arabalara doluşmuş yola devam ederken, onun o kamyonetin arkasında çok mutlu olmadığını hissediyorum; yüzünü dökmüştür gerçekten diye söyleniyorum. Şarkı söylüyor gibiyim ama söyleniyorum aslında ben ona.


Yüzünü hatırlayamıyorum bir türlü. Bir ayna tutsalar suretime, hemen hatırlayabilirim, o kadar aşikar aslında! Dikiz aynalarından yardım istiyorum ama göstermiyorlar yüzümü bu karanlıkta; kendi kurallarından taviz vermiyorlar, “Işık olmadan gösteremeyiz” diyorlar pişkin pişkin. Bu saatte, bu karanlıkta size nerden bulayım ben ışığı dememe kalmadan hafızam elini uzatıyor bana. Yüzünü olmasa da cüssesini fısıldıyor kulağıma; kocaman bir kadındı annen diyor. Hatırlasana, her zaman kızmaz mıydın ona çok yemek yediği için? Tombul bir kadındı annen; etli, yumuşak… Tombul işte. Peki diyorum madem o kadar iri bir kadındı benim annem, nasıl sığmış o minik kutuya? Susuyor hafızam, suskun dilim. Anlam veremiyorum bir türlü, sihirli bir şeyler dönüyor olmalı etrafımda, mümkün değil ki fiziksel olarak! Düşünüyorum.


Şehrin girişinde duruyor tüm arabalar sırayla, art arda. Ben sadece bir tanesiyle ilgileniyorum. Bir kamyonet. Şu an ne rengini, ne tipini, ne de plakasını hatırladığım bir kamyonetle yakından ilgiliyim o dakikalarda. Çıplak ayaklarımı bulunduğum arabadan dışarı atıyorum, kamyonet hemen arkamızda. Kutuyu kaldırıyorlar özenle. Götürüyorlar. Tanımadığım insanlar aslında birçoğu. Bilmediğim adamlar, tanıdık değil yüzleri. Girdikleri kapıdan ellerini birbirine vurarak, silkeleyerek dışarı çıkıyorlar; sanki ellerine pis bir şey bulaşmış gibi! Üflüyor hatta birkaçı ellerini. O dakika sadece buna odaklanıyorum. Geri biniyoruz arabalara ve annemlere gidiyoruz. Annem gelmese de, onu şehrin girişinde bir yerde bıraksak da, biz annemlere gidiyoruz. Değiştirmiyor hiçbir gerçek  rotamızı!


Anne evi. Tanıdık işte. Her şey, her zaman bıraktığınız gibi. Değişmiyor bir türlü. Kime bu inat bilinmez. Bu meydan okuma kime? Neden kandırıyor beni bu ev yıllardır? Neden kafamı karıştırıyor? Hayatımdaki her şey sürekli değişip dururken, ben dahi, dün ak dediğime bugün kara diyorken, saçım, tipim, arkadaşlarım, sevgililerim değişip dururken; hem tam da normalinin bu olduğuna, değişimin büyüsüne ve gerekliliğine inanmışken, neden yıkıyor bütün duvarlarımı? Yalanlamaya çalıştığı ne ki? Amacı ne anne evinin? Kızların baba evi varsa, erkeklerin de anne evi var, ana kucağı. Değişmeyen…


Kafamdaki gibi değil cenaze! Şık giyinmemişim mesela. Kimse şık değil, öyle bir kaygı ya da hava kimsede yok. Siyah giyinmemiz gerekmez miydi? Annemin tek oğlu olarak, şık siyah bir takım elbise giymem gerekmez miydi? Gelenleri karşılamam, taziyeleri kabul etmem, metin olmam, insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmem, defin işlemlerini halletmem, mezar yeri seçmem, düşünmem, illa ki düşünmem gerekmez miydi? Bir köşeye sinip ağlamak dışında elimden bir şey gelmez miydi? Yoksa hala ben ben ben mi diyordum umursamazca? Bana ne işten güçten; acım var, annemi kaybettim, acım büyük diyip kolayca bir köşeye mi çekiliyordum? Her şeyin en iyisini ben yaparım ya her zaman, ölen annenin ardından da en iyi üzülen olmaya mı çalışıyordum? Bu kadar bencil miydi varlığım, bu kadar mı meşguldü kendiyle? Yoksa cidden acım, kendimi bir kenara atacak, zihnimi silecek kadar fazla mıydı? Yoksa gerçekten elimden daha fazlası gelmiyor muydu? Annem için istediğim kadar ağlamaya hakkım var mıydı? Daha önümde uzun bir zaman vardı aslında üzülmeye, ağlamaya, onun eşyalarına sarılmaya… Ama acı ertelenebilir miydi ki?   Başka bahara saklayabilir miydim bu acıyı? Çıkarıp çıkarıp içime çekebilir miydim doyasıya? Yüzüme, gözüme sürebilir miydim uzun yıllar bu acıyı? O kadar fazla geliyor ki o anda yaşanan acı, bir an önce geçsin, gitsin istiyorsunuz üzerinizden.  Hemen alışalım, hayat normale dönsün; sabır, teselli bulalım dünya nimetlerinde istiyor bir yanınız. Başka tarafınız tedirgin; korkuyor bu acıyı kanıksamaktan, özümsemekten, benimsemekten. Alışmaktan korkuyorsunuz onsuzluğa. Hiç azalmasın bu acı, dinmesin, alçalmasın istiyorsunuz. Aksine artsın günbegün. Aksın çağlayanlar gibi, yürüsün gitsin. Her yerinizi kaplasın, sizi rehin alsın, yaşatmasın, gün yüzü göstermesin istiyorsunuz. Ama eminsin çiğliğinden, pişkinliğinden. Hemen kendini aklamaya meyillisin. Kendini kollamaya, kendini kurtarmaya programlanmışsın. Azalıyor acı günbegün. Yazık.