30 Ağustos 2009 Pazar

İTİKAT

Zihnimin münevver coğrafyasını arşınlarken bedbaht ettiğim onlarca şarkı buldum derinlerimde; zamanında, bulduğum her kulağa fısıldadığım, girdiğim her boş odanın yankısında terennüm ettiğim bir dizi şarkı... Bir zamanlar meylettiğim, şimdi güftesini dahi anımsamakta zorlandığım, kahrımı az çekmemiş, kadrimi bilmiş eski gönüldaşlarım. Zaten oldum olası kime versem gönlümü, neyi sığdıramasam yüreğime, bir keşmekeşin içine sürükledim onu çarnaçar, cürmümü inkar edemem. Lakin arsız tabiatım, mıh gibi çıkmak bilmez ekseriya girdiği yerden!


Tepemizde süzülen ay dede, bacaklarımızı yalayan rüzgar, aşkımızı okşayan rayihalar, sadece bize münhasır hasbihallerimiz terketti bizi ilk damlasında gün ışığının. Su görmüş kuduz, tuz yemiş hücreler gibi bulduğu ilk çatlaktan sızıp gitmiş pirüpak tarihimiz. Bilirim ki sebatkarsındır, benim gibi mütereddit değilsindir; hiç olmadın, sanırım hiç de olmayacaksın. Ama bil ki değiştim, içimin haris silüeti yerle yeksan artık, çehreme de sirayet etti bu mucize.


Entipüften şeylere sahip, ziyadesiyle müreffeh insanlar tanıdım. Hiçbiri ilgimi celbetmedi, öykünmedim de zerresine. Kimsenin dostuyla, kimsenin sevgilisiyle alakadar olmadım; sağım, solum, arkamdan değil, önümden emir aldım her daim. Kafamı çevirmeye tenezzül etmedim hiçbir zaman. Sahip olmadıklarımdan değil, sahip olduklarımdan yana durdum ekseriya. Bir değirmi tepside önüme sürülen onlarca fırsatı, aşkı, dostluğu düşünmeden geri çevirdim, müteessir de olmadım bundan ötürü. Kendimden başka kimsenin boyunduruğu altında yaşamadım. Kendimden başka kimseye de ikrar vermedim herhangi bir mevzuda. Mamafih, son dönemde farklı kaoslar sökün etti hayatımda. Her ne kadar yüzlerce menfi bahsi onlarca müspet mevzuya çevirebildiysem de, bocalamadım değil bazı dönemeçlerde. Ferasetten uzak, lakayıt bir ummanda boğulmamaya çaba sarf etsem de, günlerce yüzsem varamam vehmettiğim ana karamın gözükmez oluşu bile beni bedbinliğe itmedi. Her daim muhafaza ettiğim serkeşliğime binaen, yüzmekten hiç vazgeçmedim. Ama kim bilir belki de sırf bu sayede, içinden çıkamadığım bu deryada tevekkül etmeyi öğrendim. İçimde aniden tezahür eden bu yeni huyun, beni daha müşfik ve münevver kıldığına mutmain oldum. Bir nevi teslimiyet olarak da şerh edilebilecek bu yeni dürtüm, bana günbegün yeni diyarlar muştuladı. Henüz gidip yerleşmesem de, bir gün alıp başımı gidebilme ihtimalimi bahşetti bana son tahlilde. 


İçimde olup biten her türlü kaosta tek müsebbip kendim olayım isterim. Zaman zaman iç seslerim derinlerimde vaveyla koparsa bile, hangisine neyi salık vereceğimi kendim tayin edebilirim. İçimdeki onlarca renk, yüzlerce desen, muhayyilemin ürünü envaitürlü mahlukata rağmen, doğuştan mücerret bir taş gibi yatan asıl varlığımı, ezeli benliğimi kolayca tanıyabilirim. 


Bildiğim her şey, ayaklarımın altında taştır, bilmediğim her şey gökyüzünde akar.

EMİR

Hayatta çok şeye sevinin, çok az şeye üzülün! Hakkını verin ama üzüldüğünüz şeyin! Gerekiyorsa üzüntüden ölün! Hayatta sizi üzüntüden öldürebilecek şeyleriniz olsun! Tek bir tanrıya inanıyor olsanız dahi, korkmayın, birkaç tanrı daha ekleyin hayatınıza. Bazı köşeleri tutsunlar, belki birer heykel koyun, belki birkaç ağaç dikin; yeter ki tutsun, tanımlasın bazı köşeleri...  Korkmayın kızmaz size gökkubbe! Taş yağdırmaz tepenizden aşağı, yağ gibi akmaya devam eder üstümüzde! Sandığın kadar umrunda değilsin bu eşsiz kainatın, ne yaptığın, ne ettiğin umrunda değil Tanrı'nın. Sen hayatındaki köşelerden sorumlusun, Tanrı köşelerinin oluşturduğu geometrinden. 


Arayüzlerimiz var; yaprak yaprak, çarşaf çarşaf... Kestiğimiz yeri kansız kılan yanlarımız, üstüne yatmakta bir beis görmediğimiz utanmaz kimyalarımız... Ardında bıraktığı her güne şükredenlerin meşum gözleri, özlediği her şeyin yüzüne yarını geçiren yastıkçıların kara elleri...


Yalnızlığı sevdiğini söyleyenlere üzülün! Acıyın onlara hatta! Havasız kaldıkları sandıkların kapaklarını kaldırın, asmaya üşendikleri perdeleri çıkıp bir sandalyeye asın! 


Aşka vakti olmadığını söyleyenlere üzülün! Onlar için üzüntünüzden ölün! Bir uçurum bulup, itin onları aşağıya. Kaşları, gözleri açılsın! Kana doyun, doyana kadar kanatın!


Bir kolunu kaybedenlere üzülün! İki kolluk sevgi bekleyen tek kola acıyın! İçinizi dağlayın, yüreğinizi yakıp, ateşe verin! Berikinin yokluğundan, ötekinin varlığından utanın! 


Nerde bir şarkı söyleyen var ona öykünün! Kıskançlıktan içiniz kuruyup kızgın çöle dönsün! Kim ki bir yankının içine terennüm eder, sizden katbekat üstündür! 





12 Temmuz 2009 Pazar

Yalnızlık

Yalnızca şarkılar susmasın bu gece. Bizim yetinemediklerimizi, bizim hakaretlerimizi onlar dillendirsin. Söylenmeyen, söylenemeyen, yürekli yüreksiz, yerli yersiz her şeyi söylesin bu gece şarkılarım! Birer birer vursun yüzüne sevgilinin kusurlarını, pişmanlıklarımı, kusurlarımızı. 


Yalnızlığı anlatmaya çalışan bir hikayenin devamı olamaz! Tek başına bir hikaye bu; devamını beklemeyin. Bakmayın içinde barındırdığı binlerce harfe, yüzlerce kelime, onlarca cümleye... Yapayalnız bir hikaye bu. Size yapayalnız bir hikaye anlatacağım! Yalnızlık mı istiyorsunuz? Yalnızlık anlatılsın, perdeler açılsın ve Yalnızlık yaşansın!


Yalnız bir mart ayının yapayalnız bir cuma gecesinde bir başına doğar Yalnızlık. Anası daha doğurur doğurmaz yumar gözlerini bu dünyaya, bir an önce tanışsın diye kendisiyle Yalnızlık! Daha ilk çığlığında tatsın bu duyguyu ki, son çığlığı olmasın yalnızlık Yalnızlık'ın. Çoğul görünen her şey tekil, süslü gözüken her şey sade, gerçek görünen her şey zahiri, var gözüken her şey yok gözüksün diye doğuştan gözlerine perde indirip yaratmış yaratan Yalnızlık'ı. Ama bir yerden kısan yüce Allah bir yerden açmış kapılarını Yalnızlık'a. Sonsuz bir ömür vermiş ona; ebediyete kadar sürecek, Adem’den başlayıp mahşere kadar sürecek dolu dolu bir yaşam yazmış Yalnızlık'ın pek de görünmeyen, daha doğuştan kıllı, doğuştan tümsek alnının orta yerine. Sevinçten havalara uçmuş Yalnızlık, başına talih kuşu konmuş! Ama hiç fark etmezmiş ki zaten bu özelliği sebebiyle almış eşsiz adını!


Önceleri zorlanmış Yalnızlık, ne de olsa anasız babasız gelmiş bu dünyaya. Daha hamileyken kocasını kaybeden yalnızlığın anası da verince son nefesini doğumda, biraz bocalamış Yalnızlık ilk günlerinde dünyadaki. Bir süre ne boyu uzamış ne kilo almış. Düzgün beslenemediğinden, türlü türlü hastalıklara yakalanmış, dünyaya geldiği ilk günlerinde. Ama hiç korkmamış, ne de olsa baştan anlaşıp gelmiş dünyaya; adına karşılık kazandığı sonsuz bir ömre güvenip, dindirmiş tüm korkularını! Derken keşfetmiş beslenebildiği tek şeyin kendisi olduğunu! Haşmetine haşmet ekleyen, yaşına yaş, gücüne güç katan, etine et boyuna boy, postuna post ekleyen şeyin kendisi olduğunu, içine döndükçe büyüdüğünü, kendini sevdikçe devleştiğini çok sonraları öğrenmiş. Özgürmüş, yalın ve yalnız ya, kimseyle işi olmazmış; zaten nicedir fark ettiğinden beri kendini kendinin büyüttüğünü, ilgilenmez olmuş cümle mahlukatla! Dünya kazan Yalnızlık kepçe dolaşmaya başlamış bu sarıp sarmaladığı gezegeni! 


Bin bir yaratılmış görmüş gittiği yerlerde, bin bir türlü eşsiz mahlukat! Hiçbirine dönüp bir kez bile bakmamış! Yaptığı tek şey kendini sevmekmiş. Kendi gibi ölümsüz, ömürsüz başka bir canlı göremedikçe de daha bir sevmiş kendini. Katmerleşmiş sevgisi günbegün! Büyümüş, pencerelere sığmaz, tencerelerde pişmez, kucağa alınmaz, taşınmaz, taşınamaz olmuş. Sonsuzluğu düşünmüş ve sonsuzluğun ötesini. Gördükçe ölümü dünyada, tanık olunca her şeyin bir sonu olduğuna, acaba mı diye düşünmeye başlamış sonsuzluğun sonunu. Derken bir korku sarmış Yalnızlık'ı; ebediyetinden şüphe eder olmuş ve derhal karar vermiş döllenmeye, çoğalmaya ve sonsuzluğun ötesinde de varlığını sürdürmeye! Lakin mümkün değilmiş çoğalması, kısır yaratmış Yaradan Yalnızlık'ı bölünemesin diye, birken iki olamasın, tekilken çoğul duramasın diye! 


Bir gün bir gece geçmiş, derken bir başka gün bir başka gece daha. Bir ay, bir yıl daha geçmiş, derken bir başka ay, bir başka yıl daha. Katmerleşedursun yalnızlığın kendine olan aşkı, salınan köklerden büyümeye başlamış sonsuzluk ötesinin korkusu! Yaradan, her şeyi vermiş de korkulardan arındırmamış Yalnızlık'ı bir tek! Hatta sanki mevcudiyetinin en önemli parçasıymışçasına yerleştirmiş korkuyu Yalnızlık'ın alnının tümsek, kıllı çatısına. Yolculuğuna devam eden Yalnızlık'ı büyük bir sürpriz bekler Çek Cumhuriyeti ile Polonya sınırındaki Tetra Dağları’nın eteklerinde. Koku almayan bir ağacın altında usulca uyuyan bir kokarcanın güzelliği karşısında mest olur Yalnızlık! Aşık olur kokarcanın duruşuna, doğuşuna, varlığına! Unuttuğu ilk andır kendini ve başlar başkalaşmaya. Pusuya yatar ve başlar izlemeye uyuyan güzeli. O kadar kendine has o kadar şahsına münhasır uyur ki korkarca, dayanamaz Yalnızlık ve gider öper alnının çatısından! Ve işte böyle tanışır kokarca Yalnızlıkla! Bugüne kadar inanmadığı tek şey aşk, çalmıştır çoktan kapısını ve kaybeder kendini Yalnızlık'ın yabancı lügatinde. 


Hangisini daha çok ister Yalnızlık; sonsuz bir ömrümü, aşkı mı? Aşka inanmayan Yalnızlık, nasıl seçsin aşkı? Aşka eğimli olmayan alnının çatısı, nasıl oluştursun mahyayı? Düşünmüş Yalnızlık, bir de taşınmış! Ve karar vermiş ki ebediyet hürriyet, aşksa esaret! Derken bir iyilik yapmış Yaradan ve bir şişe şarap tutuşturmuş Yalnızlık'ın eline ve "Seç!" demiş bir şarkı. Tek bir şarkı. Başlamış yalnızlık terennüme! 


Caught a lite sneeze 

caught a lite breeze

Caught a lightweight lightingseed

Boys on my left side

Boys on my right side

Boys in the middle

And you're not here 

I need a big loan

From the girl zone


Hemen aşka gelmiş Yalnızlık ve aşk demiş bir şişe şarabın ardından! Derken alıvermiş elinden Yaradan en önemli varlığı sonsuzluğunu. Sonsuzluğu sonu olmuş Yalnızlık'ın aşkla! Dünyası başına geçmiş, eskisi yeni, düzü eğri, renklisi siyah beyaz, küçüğü büyük, irisi ufak, sıfatı zamir, hakkı rahmet, varlığı yoksunluk, duyduğu işitmediği, sevdiği sevmediği, dostu düşman, düşmanı dost olmuş Yalnızlık'ın! Açtığı koynuna kuş konmuş Yalnızlık'ın! 


Adında, tadında kalmış Yalnızlık. Doğru gelmiş, doğru büyümüş, doğruymuş Yalnızlık.


Anasının duası tutar, ilk çığlığı ilk çığlıktır, son çığlığı başka!


5pi

‘Ne zaman yaptıklarımı yapamadıklarıma bölsem, basit bir kesirle kalıyorum elimde hep ve çok sıkıldım bundan. Ben artık, bir tam bir bölü bilmem kaç olmak, birini yamacıma alıvermek istiyorum’ cümlesiyle anlatmaya çalışadursun Pi derdini Beş’e, kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği bir zamanda, Pi’nin yalnızlığına çözüm bulmaya çalışan bir matematikçi intihar yollarını gözden geçiriyordu, ufak, tek göz evinde. Tencerede dünden kalan biraz pilav var, ortalık dağınık, ses yok, sessizlik var; yalnızca rakamların ve sayıların duyabildiği bir sessizlik. Yerler tahta, tavan tahta, duvarlar tahta! Tezgah tahta, raflar tahta, tencerenin içindeki kaşık tahta! Tahtalar en küçük kümede bu kulübeye ait, en büyük kümede Fin ormanlarına, daha da büyük kümelerde iğne yapraklı ağaçlara, ondan da büyük kümelerde bitkiler gurubuna dahil! Familyaları, takımları var. En özeli, en cinsi, hepsinin var bir aidiyeti!


Tüm gücüyle dinlemeye devam ededursun Beş Pi’yi, en fazla beş dakika sonra sıfırlanıyor yaşadıkları ebediyet! En fazla beş dakika dinleyebilir Beş, haftada beş kez! Peş peşe en fazla beş kez anlatabilir derdini Pi Beş’e. Beş kez anlatılanların ya beşini de severek dinleyebilir ya da beş seferin beşinde de sıkılabilir. Mecburen beş kez cevap verebilir. İstediği kadar çok şey bilsin Pi, Beş’e ancak beşe kadar anlatabilir. 


Sınırlı, kısıtlı, zor bir hayattır Beş’in hayatı. Arasız, aralıksız, sistematik ve düzenli! Akşamları çalışmaya alışkın vücudunun tek dostu gündür. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte dinlenmeye bırakır Beş’in vücudu kendini. Islak pamuktan güzel bir yatak buluverir beş tane fasulyenin yanı başında , ıslak pamuktan bir yorgan geçirir üstüne ve dinlendirir kemiklerini, ta ki gün batana, çalışma vakti gelene kadar. Sonra başlar sevimsiz rutin; toplan, eksil, bölün, çarpıl; bir koşturmaca oradan oraya! En yakın arkadaşı Pi’nin çalışma saatlerinin azlığını, eksikliğini ve tanımlılığını kıskanadursun Beş, kendinden büyüktür Pi’nin derdi. Tektir şu dünyada, tektir de teklik değildir ona koyan. Belini asıl büken aitlik hissinden mahrumluğudur. Ne bir sayıdır ne rakam! Ne canından çok sevdiği arkadaşı Beş gibi tektir ne asal! Ne amcası vardır ne dayısı ne de iki katının üç katının bir anlamı, bir karşılığı! Öyle çok içini yakar ki bu yoksunluk Pi’nin, göremez olur artık özelliğini, önemini. Sıradan, doğal olmak ister. Kafasını sokacağı bir başlık, adının sonuna ekleyeceği güzel bir soyadı ister. Okulda ne zaman bir form doldurmak zorunda kalsalar Beş’le birlikte, ezilir, büzülür yerden yere atar kendini yüreği. Kalemini açıp açıp kodlayadursun Beş süslü adını soyadını, Pi iki yuvarlak işaretlemekle yetinir; bir P, bir İ. Ne olurdu onun da havalı bir soyadı olsaydı sanki! Beş: Tek Basamaklı Asal Sayı ve Pi’nin arkadaşlığının en hüzünlü vadisidir bu soyadı meselesi. Ne zaman bu yükün altına girse Pi, göremez olur hiç kimsenin sahip olmadığı özelliklerini; çok türlü ifade edilebilirliğini, anlamını, estetiğini. Sorgulayamaz olur üç harften oluşan Beş’in kendi içindeki çelişkileri. Kıskançlık öyle büyük bir illettir ki, girdiği yerde kendinden başka kimseye yer bırakmaz! Biri diğerinin aidiyetini, biri diğerinin şanını kıskanadursun ikisinin de yoksun olduğu tek şeyin kimse farkında değildir.

10 Temmuz 2009 Cuma

Yazma Üzerine

Neden yazdığım konusunda vahim kaygılarım var. Nerede başlayıp nerede bittiğini göremediğiniz  bir kalın halatın orta yerinden tutmak gibi yazma; hangi yöne gideceğinizi dahi kestiremediğiniz bir umman. İçinizden peyda olduğu, sizden yola çıktığı aşikar. Daha güvenilir olduğu güdüsüyle kendinize doğru ilerlediğiniz anda, bütün kusurlarınızı heyula bir dağ gibi karşınıza çıkaran bir derya. Ayna önünde metal çubuğa tutunmuş bir balerin gibi, ekseriyetle nazik adımlarla ilerlemek lazım gelir o yönde. Önünüzde uzanan, emrinize bahşedilmiş bir yaprağın geometrisine inat, bir Düzlem değil, bir Doğru'dur yazma. İçinizden akan tüm noktaları birleştiren, kuzeyi ya da güneyi olmayan, sadece bir batıya bir doğuya sahip, iki yönlü bir Doğru yazma. İster batıya dön yüzünü, ister doğuya; elinde bir pusulasız kalın halat, bir uçtan bir uca seni dolaşan bir Doğru yazma. 


Geleceğe merakım olmadı hiç, yarından ziyade dünle alakadar oldum hep. Bu yüzden falıma hiç baktırmadım, hatta kim bilir, bugüne değin kahve hiç içmeyişimin sebebi de budur belki! Tek derdim kendimle; dünde var olduğuma eminim, yarın ise karanlık bir oda, belki de içinde bulunmadığım bir heyula boşluk. Manidar değil yüzümü yarına dönmek, aradığım her şey kendi içimde, dünde. Yazmak, elinde bir kalın halat... İlgimi çekmeyince bugünün ötesi, çarnaçar düne dönüyorum, kendi içime. İşte bu yüzden bir balerin kadar hafif ve nazikçe basmalıyım yere, bir hamaset destanı yazabilmek için kendi içimde.


Halata tutunarak kendime yaklaştığım en yakın nokta, yazmaya dair hatırladığım en eski hatıram Şiir, zamanla iştiyakımın tavsadığı bir huy. Dokuz yaşımdaydım, ilkokul üçüncü sınıfa gittiğimi anımsıyorum. Okulumun bulunduğu caddenin hemen karşı yakasında oturduğumuz evden, okuluma yine yakın sayılabilecek, on dakika yürüme mesafesinde bulunan bir başka eve taşınmıştık. Sıcak bir günde okula doğru yürüyorum, öğlenci olduğum bir sömestir, saat takriben on ikiye geliyor olmalı. Yere bakarak yürüyorum o yıllarda, nedendir bilinmez! Kaldırımla, yolun birleştiği yerde, yine aynı kaldırım taşının malzemesinden, ancak başka profilde yapılmış bir oluk, su deresi var; yağmur sularını toplayıp, kanalizasyona bağlaması beklenen bir uzun yatak. Hava güneşli mi güneşli! Muhtemelen bir esnafın, dükkanının önünü serinletmek amacıyla döktüğü su, güle oynaya beni takip ediyor okul yolumda. Kendi kendime bir oyun icat etmişim, suyun bana olan bağıl hızını sıfıra eşitleme çabamdayım. Eğimin arttığı yerlerde hız kazanmaya başlayan suya yetişmek için, ben de ivmemi artırıyorum. Bazen bir ahşap çubuğa takılıyor; önüne set çekmiş bu ahşap çubuğu, kendi ekseninde yavaş yavaş döndürerek yoluna devam etmeye çalıştığı sırada, ben de durup bekliyorum, aynı anda ilerleyelim diye. Bu müşfik halime rağmen, beni beklemeden coşup aktığı dakikalarda yüzümde bir infial beliriveriyor çarnaçar. Mamafih, öyle sevimli dans ediyor ki, kızamıyorum ona. Gözüm biraz ileride, az sonra yol arkadaşımı yutup, benden alacak o meşum ızgaraya takılıp kalıyor. Aymaz bir halde oyuna devam eden yoldaşımın makus sonunu değiştirmek için elem içinde tefekküre dalıyorum. Çocuk aklıma hiçbir şey gelmez oluyor, en ilkel içgüdülerimle ayağımı set çekiveriyorum çaresizce kadim dostumun önüne. Bez ayakkabımın içindeki minik ayağım, emsalsiz bir sevişmeye tutuşuyor dost kervanında. Yine de engel olamıyorum beni terketmesine, arkasından baktığım ızgara yüreğimi dağlıyor. Daha tenimde hissediyorken ıslaklığını, onun kendini başka bir diyara teslim etmekte bir beis görmemesi, haksızlık gibi geliyor. Çaresizce yoluma devam ediyorum, bir yanım eksik.


Okula varır varmaz yazmaya başlıyorum, daha sonra sık sık gerçekleştireceğim bu eylemi, hayatımda ilk kez yapıyorum o gün. "İşte Yaşam" adlı bir şiir yazdığım ilk şey. "Bir su; akar, akar akar..." diye başlayan, acısı hala yüreğimde nakış dostumu anlattığım bir şiir. Her şeyin bir sonu olduğunu vurgulayan, suyun akışıyla insan yaşamının benzerliklerine dikkat çeken, ikisinin de engel tanımaz hayatlarının toprağın altında bittiğini anlatan, topraktaki böceklerin çürümüş ete saldırışlarını betimleyen, karamsar mı karamsar bir şiir. Dokuz yaşımda, neden ve nasıl yazdığımı çözemediğim bir şiir! O günden sonra hatırladığım ilk şey, öğretmenimin elinde güzel bir defterle evimize geldiği ve anneme her gün o deftere bir şeyler yazmamı tembihlediği. İlk sayfasına "İşte Yaşam" adlı şiirimi özenle temize çektiğim o deftere, daha sonraki ilk yazıyı üç sene sonra yazmış olmam düşündürücü değil mi?


Akıl baliğ olur olmaz bıraktım şiir yazmayı. Şiir'in canlandırdığı kelimeleri nesirde daha çok sevmeye başladım. Daha özgür kıldı beni nesir, söyleyeceklerim, anlatacaklarım sığmadı şiire. Her türlü özgürlüğe düşkündüm yazma konusunda. Yazmam söylendikçe, yazmam beklendikçe yazmadım. Öğretmenlerimin katılmam için ısrar ettiği yarışmaların ne konularına sadık kaldım, ne de sayfa sınırlarının içine sığdım. Hiçbirini istenilen sürede vermedim. Sadece canım istedikçe, canımın istediği şeyi, canımın istediği zaman yazdım, kendimden başka kimsenin boyunduruğu altına girmedim, bu minval üzere yazdım. Keyfekeder olduğunu vehmettiğim yazma itkim, zamanla tahayyül dahi edemeyeceğim bir dünyaya pencere oldu. 


Zannedilenin aksine, bildiklerimi yazmadım. Yazma, kendimi tanıma yolumda en elzem ihtiyacım oldu. Yazdıkça öğrendim, yaza yaza anladım ne demek istediğimi. Bir şeyler anlatmak için değil, bir şeyler öğrenmek için yazdım. Hayatımdaki ilişkileri yazarken kurdum, tüm taşları yazarak yerine oturttum. Bu yüzden hiçbir zaman meslek edinmedim yazma işini, kendime sakladım. Yazmaya, paradan daha çok ihtiyaç duydum. Mahrem buldum yazmayı, yatak odası belledim, ifşa edemedim bir türlü. İçine girip uyuduğum halini, değişmedim hiçbir albenili haline. Mamafih, doğurmak gibi gördüm kitap yazmayı, hep ürktüm sorumluluğundan. Nasıl ki kaçtım köşe bucak çoluk çocuktan, öyle uzaklaştım kitap yazma fikrinden. Yarın öbür gün, önüme bir delil olarak çıkarılmasından korktum; adımın önüne koydurabileceğim renkli sıfatları, yazma dünyasında bir meczup gibi avare dolanmaya yeğ tutmadım hiçbir zaman. Zaman zaman hamile kalmadım değil; zihnimde uçuşan hikayeler, merak ettiğim paralel evrenler, ırzıma geçmedi değil. Ne zaman aşka gelsem, cümrü meşhut halde yakalamadım değil kendimi. Zaten hiçbir zaman dokuz ay sabırla yatıp, doğum gününü bekleyecek disipline sahip olamadım, mamafih sayısız düşük yaptım. Hayatımda yazdığım ilk gün üstüme yapışıp kalan bu alışkanlık - sadece canı yanınca, bir şeyler öğrenmesi gerekince veya bir şeyleri merak edince yazma durumu - beni doğuştan kısır kılıyordu. Yazma, kendi falıma bakmaktan başka bir şey değildi. 


Nasıl şerh etmek gerektiğini bilmediğim bir rüyayı yıllardır, biteviye görür dururum. Kadrajımda kaldırımla yolun birleştiği yer var sadece, bir yatay çizgi. Boylu boyunca takip ediyorum bu ufku, bir sürü madeni para var hat boyunca. Toplaya toplaya ilerliyorum çakıl taşlarının arasından, böyle bir mebzuliyet görülmüş şey değil! Bitmek bilmiyor, her bir parayı bulduğumda ayrı ayrı şaşırıyorum. Sonsuz kez tekerrür eden bu olay, bir nihayete varmadan uyanıyorum her seferinde. 


Yazarken farkediyorum kaldırım taşlarının benzerliğini, sesler harfe bürününce ancak mana buluyor zihnimde. Yazdıkça keşfediyorum kendi gezegenimi. Adım adım, basamak basamak işliyor beynim, itikadı yok görülmeyenlere. Ben de görünür kılmak için şeceremi, yazmak zorumdayım. Ev yapımı limonata gibi, el yordamıyla buluyorum aidiyetimi. Zannedilenin aksine, başka çarem olmadığı için yazıyorum esasında.

5 Temmuz 2009 Pazar

KABUL


Biçilen değerlerin, biçilen ürünle, biçen arasındaki ince çatlaktan sızan bir su olduğu gün gibi aşikar zihnimde bu günlerde. Sahibi olduğum değerli hayatımın, gördüğüm değersiz hayatlara oluk oluk su sızdırdığı gerçeği de zahiri bir silüetmiş aslında. Bakışların toplandığı ana meydanımın güzel binaları sahipsizmiş oysa. Ayağımızın altında çiğnediğimiz sokaklar, binlerce kez şahitlik etmişler bu kendinden emin yürüyüşlere. Aslında özel, bizim sandığımız değerlere sahip olmadığımızı anlamak için bir kaldırım taşı olmamız gerekiyormuş meğer; ona basmadan,  takriben ondan yirmi santimetre yukarda, ayakları havada asılı yürüdüğünü iddia edenlerin ezici ağırlıklarını üstünde hisseden ve bu kendinden geçmişlere için için gülen bir sokak taşı.


Sonsuz bir kabullenişe emanet bıraktım zihnimi. Dünyanın dört bir yanında, bir ara döner, alırım diye bıraktığım eşyalarım, evcil hayvanlarım, dostlarım gibi, akıl kutumu da emanet ettim Kabul'e. Nasıl olsa yolunuz düşer,  lazım gelirse gider alırsınız umuduyla bıraktığınız; ama bir şekilde de gözden çıkardığınız bağlılıklarınız... Bu yaşıma kadar, hayatta kaybetmekten en çok kortuğum şey sorulduğunda tek bir saniye bile düşünmeden "Aklım" dedim; Aklım'ı kaçırmaktan daha kötü bir şey olamazdı!  Ondan vazgeçmem mümkün değildi elbette ama işte belki bir süreliğine, sadece kısa bir süreliğine emanet edebilirdim Aklım'ı Kabul'e? Daha önce hiç aynı ortamda bulunmamışlardı, iyi anlaşıp anlaşamayacaklarını bilemiyordum ama en azından düşman da değillerdi. Sonuçta ikisi de medeni kavramlar, sevmeseler de birbirlerini, ben gidip Aklım'ı geri alana kadar, misafir edebilirdi Kabul onu?


Çocukluğumdan beri gitmemiştim Kabul'e, evinin yolunu bile unutmuşum gerçeği söylemem gerekirse. Dolanırken içimin acı coğrafyasını, Koşullar'a rastladım; herkesin içinde olduğu, Matruşka gibi, kimin, kimin içinde olduğu belli olmayan falezler! Koşullar mı insandan çıkar, insan mı Koşullar'dan bilmecesinin eteklerinde dönmekten bulanan midemin, burnuma kadar iletmeyi başardığı o bozuk yumurta kokusuna rağmen Aklım'ı belki de son kez kullanıp, Kabul'un nerede oturduğunu soruverdim Koşullar'a. "Buraya kadar gelip, bizi bulduğuna göre zaten varmışsın" dedi koşullar. "Hemen yan binada oturuyor Kabul, hatta bir daha sokağa çıkma, şurdan bahçe kapısından geçiver" deyince Koşullar, kolayca buluverdim Kabul'un küçük, mütevazı evini. Belli ki maddi durumu pek de iyi değildi son yıllarda, çocukluğumda kocaman bir evi vardı Kabul'ün, hatırladığım kadarıyla varlıklı bir aileden geliyordu. Geçen yıllar içerisinde belli ki satıp savmıştı malı mülkü, bu küçücük eve sığınıvermişti. Kim bilir belki zamanla toplar durumunu da, daha büyük bir eve geçer, kocaman bir evi olur yine Kabul'ün.


Serenleri kalınca, orta tablası birkaç yerinden yarılmış, kendi ağırlığıyla menteşelerini zorlayan masif bir kapının önünde duruyorum; kapıyı çalıp çalmama konusunda hala karasız olduğumu farkediyorum. Çok kısa bir görüşme olması gerektiğini tekrarlayıp duruyorum içimden. Fazla oyalanmamalı, halini hatrını sorup hemen konuya geçmeli, Aklım'ı bırakıp çıkmalıyım bu evden. İçeride geçen her dakika aleyhime işleyecek. Kararsızlığımı ağzımda fazlaca çiğneyip büyütmeden, yutuvermeliyim. 


Kapıyı çalıyorum. Heyecanlı olmalıyım ki ellerim titriyor. Asıl hissimi soracak olursanız heyecanlı değil, endişeliyim bence. Demek ki insanın elleri, endişelenince de titreyebiliyormuş, bunu da öğreniyorum. Kapıyı orta yaşlı, kısa boylu, kirli sakallı bir adam açıyor. Şaşkınlığımı gizleyemiyor olmalıyım ki, yüzünde bir tebessüme sebep oluyor, bu acemi, lafa giremeyen halim. "Şey, ben, Kabul'e gelmiştim ama, evde yok mu kendisi?" diye kekeliyorum derdimi. Bir yandan elimden çekip duran, mızmızlanan Aklım'ı zapt etmeye  çalışıyorum ama susturmam mümkün değil bu arsız çocuğu. "Kabul benim." deyince artan şaşkınlığımın önüne geçemiyorum artık. "Nasıl olur, ben daha önce de gelmiştim buraya ama kendisi bir kadındı. Sizin yaşlarınızda, orta boylu, şişmanca bir bayandı daha önce görüştüğüm kişi." diyorum alelacele. Adamın yüzündeki belirli belirsiz tebessüm, yerini net bir gülümsemeye bırakıyor, bir şeyi benden çok daha iyi bildiği anlamına gelebilecek türden bir gülümseme bu. "İçeri gelmez misin?" diyor, bir gözü ağlamaklı Aklım'da. Oldum olası, olumsuz soru ekini sık kullanan insanlara zaafım olmuştur. Gelir misin yerine gelmez misin, alır mısın yerine almaz mısın, dans eder misiniz yerine dans etmez misiniz diyen insanları tuhaf bir şekilde hem komik bulmuşumdur, hem de sevmişimdir. İçeride fazla kalmama telkinlerime rağmen, yenik düşüyorum bu zaafıma ve sürüklüyorum Aklım'ı da peşimsıra içeri. 


Bu küçük evin dekorasyonu başımı döndürüyor içeri girer girmez. Empresyonist bir tabloya ziyadesiyle yakından bakıyormuşum gibi hissediyorum; tüm renkler birbirine girmiş, iç içe geçmiş, nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan bir bulamaç. İlk defa geldiğim bu evin, bana bu kadar tanıdık gelmesine işkilleniyorum. Acaba çocukken, yıllar önce geldiğim o ev, bu ev mi? Olmadığına eminim aslında, ama bu renkler, bu atmosfer bana çok tanıdık geliyor. Derken, Claude Monet'in İmpression, Soleil Levant adlı tablosuna benzediğini farkediyorum bu evin. Nerde gökyüzü nerde deniz kestiremediğiniz, renklerin birbiri içine geçtiği, güneşin gökyüzüne, yatların denize aktığı, hepsine bir sis perdesinin ardından bakıyor gibi hissettiğiniz bir bulanıklık, uzaklık netlikten, keskin çizgilerden. Hansel ve Gretel'in içine hapsolduğu o şekerlemeden evin eridiği sahneyi hatırlayın. Bütün renklerin birbirine karıştığı, cıvık bir hamura benzeyen o evdeyim adeta. 


Artık dört ayağı da aynı yükseklikte olmadığı için sallanan, yağlı boya ile maviye boyanmış, yer yer soyulan boyanın altından veya çatlaklarından ağacın kendi rengini görebildiğiniz kare bir mutfak masasına oturup, birbirine bağlı ellerini masanın üstüne koyuyor, kafasıyla bana karşısına oturmamı işaret ederken. "Daha önce geldiğimdeki Kabul'e..." dememe kalmadan sözümü keserek "Öldü." diyor, kısa ve net bir vurguyla. Kafamı çevirip giriş kapısına bakıyorum, o kapıyı çaldığımdan beri kaç kez şaşırdığımı hesaplamaya çalışırken. "Ama nasıl olur?" diyorum çaresizce. Derin bir nefes çekiyor içine, gözleri masanın maviliğinde, tırnağıyla boyasını kazıyor usulca. "Bak, bilmediğin şeyler var. Biz Kabul'ler her zaman aynı kişiye ait kalmayız. Her birimiz farklı özelliklere sahibizdir ve sürekli görev değiştiririz. Bugün senin Kabul'ünümdür, yarın bir başkasının. Yıllar önce sana yollanan Kabul, artık senin istemediğin, bir başkasının Kabul'ü olabilir. Her zaman bıraktığın yerde bulamazsın bizi; sen değiştikçe biz de değişiriz. Bu yüzden eski Kabul'ünü unut, öldü varsay. Artık sen, eski sen olamayacağına göre, bir daha karşına çıkmayacaktır o Kabul." diyor, yüzüme bakarak noktalıyor konuşmasını. Anladığımı söylüyorum, her ne olursa olsun, şu anda ona ihtiyacım olduğunu... Bir süreliğine Aklım'a hakim olup olamayacağını soruyorum. Kafasıyla onaylamakla yetiniyor; yüzünde, gözün arkada kalmasın der bir ifadeyle... Geri kalan zor bir işim var artık: Aklım'a çaktırmadan bu evden çıkıp uzaklaşabilmek. Nasıl oyalayabilirim ki onu? Hafızam yardımıma koşuyor ve annemin anaokuluna beni bırakışını hatırlatıyor. Aklım oyuncaklarıyla oynarken, ona tuvalete gideceğimi, beş dakika içinde geri geleceğimi yalan söylüyor ve hızlıca çıkıyorum evden. Arkama bakmadan çektiğim kapının sesi kulaklarımda çınlıyor. Derin bir nefes alıp, dönüş yoluma koyuluyorum akılsızca. 


Kafamın içinde bir karmaşa; Aklım yerinde olmayınca, herkes sultan, padişah ilan etmiş kendini, car car konuşmakta. Kabul'un söylediklerini düşünüyorum; sen değiştikçe biz de değişiriz deyişini anımsıyorum. Kendi değişimimin ne kadar hızlı olduğunu düşünürsek, demek ki daha sık kapısını çalmış olsaydım Kabul'un, bir sürü farklı Kabul'le tanışmış olacaktım bugüne kadar. Sonra çocukluğumu düşünüyorum, ilk ziyaretimi Kabul'e. Daha büyük bir evde yaşayan bir kadındı o zamanki Kabul, her şey çok farklıydı şu an olduğundan, bir tek şey dışında. O zaman da bugün de, Koşullar'a sorarak bulmuştum Kabul'un evini ve ne hikmetse hep komşuydu bu ikili. Tam bunları düşündüğüm sırada Koşullar'ın evinin önünden geçmekte olduğumu farkediyorum. Kararmaya başlayan hava yüzünden bazı odalar da ışıklar yanmaya başlamış hafiften. Koşullar'ın Kabul'e olan bu düşkünlükleri, Kabul'ün yanından ayrılmaz halleri beni tedirgin etmeye başlıyor. Tabiatlarını irdelemeye başlıyorum yürürken kaldırım taşlarının tam üstünde.


Bilimsel bir problemin çözümünde önemli bir aşama vardır: Kontrollü deney. Bir varsayım, hipotez ortaya çıkardıktan sonra, onun gerçekliğini sorguladığınız deney evresi... Bir kontrollü deney için iki adet grup oluşturulur: Deney drubu ve kontrol grubu. Örneğin bitkiler üzerinde bir araştırma yapıyorsunuz. Aynı tür, aynı yaşta iki bitki bu iki farklı gruba yerleştirilir. Anatomik olarak birbirinin aynısı olan bu bitkilerin tüm koşulları eşit tutulur. İkisine de eşit miktarda su verilir, ikisi de aynı kalite toprakta yetiştirilir. Alabildikleri güneş ışığı, bulundukları odanın sıcaklığı, bulunduğu ortamda maruz kaldıkları basınç gibi bütün koşullar ikisi için de sabitlenir. Çünkü ancak eşit Koşullar'a sahip iki bitkiyi kıyaslayabilirsiniz. Sonra, üzerinde araştırma yaptığınız konuya göre, her seferinde farklı bir Koşul'u değiştirirsiniz. Tüm Koşullar hala eşittir, ama bu kez birini killi, berikini humuslu bir toprağa yerleştirirsiniz mesela... Ya da topraklarını ellemez, tüm Koşullar'ı sabit tutar, sadece verdiğiniz su miktarını değiştirirsiniz; birine bir litre verirken berikine yarım litre verirsiniz mesela... Burda esas olan, her seferinde yalnız tek bir Koşul'un değiştirilmesi gereğidir. Siz aynı anda hem su miktarında hem de güneş ışığı kapasitesinde değişiklik yaparsanız, gözlemlediğiniz farklılığın sudan mı, yoksa güneş ışığından mı kaynaklandığını anlayamazsınız. Birden fazla Koşul'u değişmiş iki bitkiyi artık kıyaslayamazsınız.


Kafamın içi bunlarla dolu bir halde dönüş yolumda yürümeye devam ederken, bir yandan da kendi hayatıma iz düşürmeye çalışıyordum bu mündemiç bilgiyi. Eğer Koşullar farklı bir evde oturuyor olsalardı, Kabul'ün de illaki onlara komşu olma zorunluluğunu düşünecek olursak, bugün bambaşka bir Kabul'ün evine mi bırakıp çıkacaktım Aklım'ı? Tanıdığım tüm Koşullar'ın aynı kaldığını düşünelim. Şu an sahip olduğum hayatım kontrol grubu'nu oluştursun. Yaşadığım şehirler, ailem, aldığım eğitim, boyum, kilom, arkadaşlarım... Bütün Koşullar tastamam, ancak o eve yıllar önce bir Koşul daha taşınmış olsaydı? Mesela ben çocukken, yüzüme kaynar su dökülmüş, yüzüm önemli bir ölçü de yanmış, değişmiş olsa, bugün nasıl bir mahallede, hangi Kabul'ün evine bırakacaktım acaba Aklım'ı? Diğer tüm Koşullar'ım aynı olduğu halde, acaba etrafımdaki arkadaşlarım değişmiş olur muydu? Sadece bir farkla, yüzümde bir yanıkla iş görüşmelerimi yapmış olsam, bugüne kadar bana sunulan iş fırsatlarına yine sahip olabilir miydim? Acaba sevgililerim yine de benle birlikte olurlar mıydı? Peki Ben yüzümde koca bir izle büyümüş olsam, şu anki Ben olur muydum? Oturmam, kalkmam, iletişim kurma biçimim, öz güvenim aynı kalır mıydı? 


Anaokulunda oynatılan bir oyunu hatırlayalım. Boş bir kağıtta bir sürü nokta işaretlenmiştir. Bu noktalar değişik renklerdedir; kimi mavi kimi sarı... Kağıdın en altındaki mavi noktadan başlayarak, her zaman size en yakın bulunan mavi noktaya doğru, noktaları birleştirerek ilerlemeniz isteniyor sizden. Elinizde bir kalem, mavi noktaları, farkında olmadan, iki noktadan yalnızca bir doğru geçer prensibine sığınıp birleştirmeye koyuluyorsunuz. İşlem tamamlandığında, kağıdı kaldırıp uzaktan baktığınızda bir ayı ya da tavşan kafası çizdiğinizi farkediyorsunuz. Size sunulan Koşullar değiştikçe - kağıdın en üstündeki sarı noktadan başlayarak, en yakın sarı noktaya doğru ilerleme Koşul'unda mesela - sonuçta ulaştığınız hayvan kafası değişiyor; tavşan kafası bir arıya dönüşmüş oluyor mesela... Daha kalemi elinize aldığınız ilk anda bile öğretiliyor aslında Koşullar size. Öğretmenin "Hadi bakalım, erkekler mavi noktaları birleştirsin, kızlar sarı!" diye bağrışı kulaklarımda çınlar hala.


Zincirleme ilerleyen bu oyun gibi, hayatımda da iki noktadan yalnızca bir doğru geçseydi eğer, şu an bambaşka bir yolda yürüyor olabilirdim Kabul'ün evinden çıktıktan sonra. Yüzümde sarı veya mavi noktalarla doğmuş olsaydım, zincirin kırılmaya başladığı ilk andan itibaren, bambaşka bir rota çizerdim kendime. İlk çalıştığım işe yüzümdeki lekeler yüzünden alınmazdım muhtemelen! Eğer o işe alınmasaydım, başka iş arkadaşlarım olurdu, o başka iş arkadaşlarım beni başka sevgililerimle tanıştırırdı, ben o başka sevgililerimle başka ülkelere tatile giderdim, başka yerleri sever başka huylar giyinirdim. 


Madem her şey bu kadar tesadüf, var olduğunu sandığımız her şey bu kadar zahiri, görmezden geldiğimiz şey kendimiz değil miyiz bu halde? Kendimizi yalanlamıyor muyuz son tahlilde? Eğer Koşullar'ın nerde oturduğuna göre, Kabul'ün evinin yeri değişiyorsa, Koşullar'ı değiştirme çabamız ne kadar manidar? Değişmeyen tek  hakikat Koşullar'la Kabul'ün dip dibe yaşadığı gerçeği ise, ulaşmaya çalıştığımız mutlak Kabul için, Koşullar'ın kapısını aşındırmamız ne kadar zekice?


Adaptasyon bir zeka göstergesidir. Doğada bile, natürel hayata uyum sağlayamayan canlılar eleklenir, doğal bir seleksiyon yaşanır. Bir balığın neden tatlı suda yaşamak zorunda olduğunu sorgulamasının bir anlamı var mıdır? Bu Koşul, ona koca bir gölü Kabul olarak bağışlamayı başarabilmişse eğer, vazifesini yerine getirmiş değil midir? Bana ait oldukları sürece, benim hakiki bir parçam olarak bana yön verebilmişlerse, ne kadar zor olsa da Kabul olarak karşıma Ben'i çıkarabilmişlerse, Koşullar'ım görevlerine sadık kalmış sayılmazlar mı? Koşullar'ın kapısında uyumaktansa, yan evin kapısını çaldığım anda hayatıma yeniden başlamadım mı?

18 Haziran 2009 Perşembe

Eksik


Olmayışın tarihi yatıyor bu şehirde. Bir olmayış, bir tamamlanamama… Eksik; sonu, hatta devamı yok. Bir bütünden yoksun bir duruş, bir yanı eksik. Önü açık, el etek çekmiş. Düşmekten devamlı, yaralar kabuk üstüne kabuk bağlamış. Teni solmuş, suyu çıkmış, kuruyup çatlamış anıları. İçi çekilmiş bir hikaye… Acı mı acı! Bir lüks esasında; yaptırımı olmayan, yürüyüşü yalpak bir lüks bu… Nerde başlayıp nerde bittiği belli değil! Tam kendini bulduğu noktada bir ihtiyaç aslında… Çehresi çabuk yaşlanmış, duruşu daha orta yaşlarında bozulmuş, saygınlığını yeni yeni yitirmiş ve yarım, illaki eksik bir tarih. Sona var biraz daha. Son dediğin değişmez elbet, erken gelir. Son dediğin bir mecburiyet… Güzel bir çıkmaz, asla değişmez, erimez, bitmez… Soyup dilim dilim yediğim bir tarih var elimde. 

Bir kimsesizlik arayışı verdi sonuç. Çıkardı midesinde ne varsa. Eğildi bir ağacın altına, kusup attı herkesi içinden, buldu kimsesizliği. Sonra üzerine tükürdü ağzından çıkarıp yere attığı herkesin. Basit bir refleks gibi geldi önce. Sonra anladı süpürdüğünü ağzının iç yüzlerini. Ağzının ortalık yerinde bayram temizliği, tükürüğe boğdu herkesi. Suyu boşalır gibi kimsesizliğin annesinin… Kaydıra kaydıra, ıslata ıslata doğurdu, çıkardı içinden kimsesizliği gün yüzüne.

Durur gibi yaptı; eksilterek ilmek sayısını, kesmeye başlayarak uçlarından bitiyormuş gibi göstermeye çalıştı. Umudu da yok artık; üstüne tükürdü onun da bir ağacın altında. Bir an tereddüt etti. Bu üzerine tükürülmüş umuda işi düşmesin yarın öbür gün? Kapısına çıkmasın sakın sonra bütün sokaklar? Kaçıp kaçıp bu terkedilmiş umudun kucağına düşmesin? 

Bir ömür geçiyor gözünün önünde. Yarım kalan, eksik bir hikaye… Tepeden baktığı herkesten medet uman, yardım alabileceği herkese müdanasız, iyisi kötüsü, güzeli çirkini, ihtiyacı lüksü ayırt etmeden, hepsini koyup bir kaba, üzerine tükürmüş bir hikaye… Dili damağına yapışmış, susuz, çorak… Akrepler sokmuş her yanını, karıncalar dolmuş göz çukurlarına. Tamamlanmamış. Tam anlaşılmamış.

Senin Sevgilin ve Senin Sevgilin

Düşünemediğim gerçeklerin düşleyemediğim hayallerimle uzun eşek oynayışının, altta kalanın canı çıksının, bel patlamalarının, sakat kalışların en güzel şekilde seyreylendiği; üstünde kurtların kuzuları soluksuz kovalamaya devam ettiği, kuzunun kuzuluğuna isyan edişine, kurtun kendisi dışında her şeye öykünüşüne taban olan, korkunun ve adaletsizliğin tavan yaptığı, o en yüksek, en düz, o en serin, o en uçsuz bucaksız yaylalardan bütün her şeyi kayıtsızca, sorgulamadan, düşünmeden, bilmeden, bilemeden izlemeyi bırak artık lütfen! Denize ulaş, deniz seviyesine in, daha yakına gel; gel ki gör suyun içindeki cümle mahlukatın albenili renklerini. Sok kafanı artık suya da gör balıkların derisinde parıldayan pulların cümbüşünü. İnat etme daha fazla da gir şu suya! Göğe değil, suya bak; bak ki gör hayat suda, aldanma kendilerini özgür sanan uçan kanatlılara! Aldanma dağların tepesindeki beyaz karlara, mavi göğün süsü pamuk bulutlara… Hepsinin eninde sonunda düştüğü yerde bekliyorum bak seni!

Deniz olmayan şehirlerde yaşayamayışımın kanıtıymış meğer balıklığım! Gün geçtikçe ışıltısı sönen gözlerim değil, pullarımmış halbu ki… Yıllar yıllar önce balıklığıma verilmiş madalyalar; kim olduğuma değil, ne olduğuma değer biçilmiş! Oysa ben isterdim ki…

Çalınan kalpler, çalınan kapılar, susmayan ziller, susturulamayan hisler, merdivenler ve ayak sesleri üzerlerinde, düşler ve kanlar, spermler bünyelerinde, duyulamayan hıçkırıklar, duyabildiğin nadir ama gerçek anlar, sevdiklerin ve unutamadıkların yan yana, göz ardı ettiklerin ve göz bebeğin üst üste, tek yönlü sevişlerin, çift şerit sevilişlerin, koltuğunun altında karpuzlar eskili yenili, irili ufaklı, sesine ihtiyaç duyanlar ve senin ihtiyacın sessizliğe, dengen ve dengesizliklerin, adalete giden yolda boynu kıldan ince dehlizler, günlüğün ve gününü gösterdiklerin, öldüremediğin hislerinin öldürdüğü ruhlar, kayıp tutunamayanlar ve kalıp tutturamayanlar, acıların ve acıttıkların, topladığın çiçekler ve bir kısmını dalında unuttuğun meyveler, koparmaya kıyamadığımız bağlarımız ve yalnızca sonunu hatırlayabildiğimiz yarım kalan sevdalarımız, öpüşlerin ılık ılık ve duruşların açık seçik ve kayboluşun gözden yavaşca, gözden çıkardıkların ve asla göze alamadıkların, senin sevgilin ve senin sevgilin…

Önce kelimeleri kolay kullanan, sonra cümleleri kolay yutanlardan…

Lügat-i Ahkam

Bir türlü çıkaramadığım yüzler var; önlerine perde indirip, sonra indirdiğim perdeyi dahi unutup kendi içimde, kendi içime yabancılaştırdığım, kağıda yarısı silik çıkmış çehreler. Bir türlü çıkaramadığım insanlar var; göçebe değil, yerleşik; düzen bulmuş, düzen kurmuş, oturmuş, dinlenmiş, su içmiş, su vermiş insanlar. Asla unutamadığım şeyler var ve beni her daim yalancı çıkaran, aklımın, zihnimin yakınına düşememiş unuttuklarım! Hayalime gelmiş belki ama aklıma gelemeyen! 

Kaos bir göbek taşı olmuş, ben de yatmışım üstüne keseleniyorum senebesene! Tatlı tatlı yanıyor canım… Bir ritim tutturmuş kese sırtımda, ivmesini sıfıra sabitlemiş ve duraksız. En sevdiğim su dökedursun tepemden kaynar kaynar, ben bırakmışım kendimi şarkılara, sesimin güzelliğine güzellik katan hamam yankılarının beline sarılmışım terennüm ederek. Hamur gibi olmuş vücudum, göbeğim hamur gibi kabarmış ortası delik, pişmeye hazır. Form kazanmış yaşantım, sevdiğime benzemiş hamurumsu ruhumun yeni vücudu yavaş yavaş. 

Gizleyen tek şey sözcükler. Sanki harfler yan yana dizilip baraj kurmuşlar minik vücutlarıyla kabahatlerin, kusurların önüne de saklıyorlar bizden mündemiç gerçekleri. Her biri çelişkili ama ortak paydada, kuşkulu ama korkusuz, suçlu ama cesaret etmiş kurtarmaya bizim kurtaramadığımız yaşanmışlıklarımızı. 

Duyduğumuz yalın hikayelere öykünen hayatlarımızın düşmanı arsız dudaklarımız! Koca bir çete kurmuşlar çekinmeden, en görünen, en ortalık yerimize. Dişler, dudaklar ve dil. Sanki sözleşmişler aykırılığa, yemin etmişler muhalefete, haraçlarını hayatlarımızdan keserek beslenmişler. Biri tutmuş, piri parçalamış, biri geri itip yutmuş. Birlikte hazırlamışlar tuzakları; biri seslileri, biri sessizleri çıkarmış. Biri cazibesini kullanmış ve yakalamışlar kurbanlarını! Biri en önde, biri ortada, biri en arkada durmuş. Biri birmiş, biri iki, biri üç! Bir olmuş, iki olmuş, üç olmuş!

Dün yeni bir lügat buldum şişenin içinde. Bir kağıda yapışmış sözcükler; buruşturulup suya atılmış bir kağıdın üstünde, suyu yutmuş, göbeği şişmiş bir şişenin içinde; yeni, hiç kullanılmamış, şahsıma münhasır, aklıma yatkın bir lügatin içinde elli tane. Tek başlarına anlamlı, tek başlarına cümle ama asla yan yana gelemeyen, getirilemeyen, yazması da, telaffuz etmesi de zor, uzunu çok uzun, kısası çok kısa, ortalamasız, altları illaki çizili sözcükler. Sindirilemeyen, ezberlenemeyen, açıklanamayan, üzülen, üzülmüş, üzen, sihirli, gerçek bir lügat buldum dün. Tensel teması yok başka lügatlerle; dışlanmış hep, göz ardı edilmiş her zaman, hiç sevgilisi olmamış, hatta hiç seveni çıkmamış, istemeye bile gelmemişler bir kez olsun… Hiçbir vücuda uymamış bir organ gibi bulmuş kendine içinde bekleyebileceği bir sıvı, dondurmuş hislerini. Meyusiyet içinde yalanladığı içinmiş tüm lügatleri bu makus talihi.

Denge


Dengeydi salınımın amacı. Tarotta çıkan, çizgi filmlerde bulduğum, med-ceziri yorumladığım, kurmaya çalıştığım; onu bozmanın, bozabilmenin büyüsünün hayat sıvım, kanım olduğuna inandığım günlere inat sevmeye çalıştığım, buyur etmeye çaba sarf ettiğim şey dengeydi işte! Bulabileceğim en güvenli, en güzel manzaralı, en sağlam topraklara kurmam gerekirdi bu şantiyeyi ki dağılıp gitmesin en küçük zerzelede...

Hak veriyorum sana l anas muroyirev kah

Koyduğun yerde durmuyor bazen eşyalar; anılar, anahtarlar, insanlar, insancıklar, kalp pilleri, kalp kapakçıkları, avizeler, örtüler ve örtülemeyenler. Gözden kaçıyor bazen hiç görülemeyenler; bize en büyük hasarı da onlar veriyor en büyük darbeleriyle! Gözden kaçmak için gözün, irisin hemen arkasına saklanmak tam da görülemeyenlere yakışır bir kalleşlik değil mi sence de? Biz gözümüzden sakınırken her şeyi, onların gözümüzün arkasına saklanması sence de kahpelik değil mi? Arkasına dönüp bakmayı hiç akıl edemeyen bana yapılabilecek en büyük terbiyesizlik bu! Ama ben dün arkamı döndüm ilk defa ve gördüm arsız görülemeyenleri! Çünkü her zaman katildir en son terk eden cinayet mahalini! 

Kurduğum kurgularımın, kurtulamadığım kuruntularıma oranı aslında benim sırtımı bire dayayan, göbeğimi bir kesen birle, birlikle… Engelleyen çiftleşmemi, dölleyemememin sebebi kendimi, kurmacalar ve oyuncaklar gördüğüm kadarıyla alnının çatısındaki aynada! Senin kafan sallandıkça bulandı görüntüm. Hainler! En çok sallanan yere yerleştirmişler aynayı; sen sallandıkça ben bulanayım diye, düşebildiğim kadar uzak düşeyim netlikten, berraklıktan diye! Zirve yapsın kaosum, yetişemesin kollarım, korkup, kapanayım içime diye kazmışlar ortaya en hain, en derin, en kahpe kuyularını. Kuşların kuşken uçup kurtulamadığı, karların karken eriyip akamadığı o dipsiz, anlamsız kuyularını benim hanemin ortasına kazmışlar! Düşsün aşk içine; düşsün ki kaşı gözü açılsın, hiçbir ilaç yaramasın, beli doğrulmasın, beti benzi hep solgun kalsın diye! Yüz metre öteden anlaşılsın hasta olduğu, herkes görsün solgunluğu aşkın tenindeki; görsün ki şenlensin damakları benzersiz tatlarla, fark etsinler ki sonuç verdiğini çabalarının, devam etsinler yollarına diye, ahsız amansız… Belimiz patlasın, iliklerimiz onlara önce kan, sonra kuruyup yuva olsun diye! Kan yapalım bedenlerinde, düşelim kuyuya da can verelim onlara; biz sekiz kalalım, onlar on olsun diye! Gözümüzde yaşlar donsun, donan her yerimiz tuz buz olsun diye!

c k t
a a a
n n t
s s s
ı ı ı
z z z


Tüm kanatsız canlılar gibi uçmaya öykünmesek? Sürüngenler gibi de sürünmesek ama? Yumuşakçalar gibi esnek, böceklerin sırtındaki kitin kadar gevrek olmasak? Belimizin üstü çekmeye, belden aşağımız basınca dayanımlı olmasa? Hiyerarşisi olmasa hayatlarımızın vücutlarımıza, organlarımızın hiyerarşisine inat? En tepedeki organımız beyin; yönetim katında, organlar koğuşunun ağası, en höd diyince öd patlatanı… Tam ortasında ev tutmuş kalp organlar sokağımızın! Her köşeye, her sapağa eşit mesafede durabilsin diye! En vasıfsız, en horlanmış, en pis, en üçüncü sınıf, en yüzüne bakılmaz organlarımız, sakat atları tıkmışlar kapıcı dairesine; pencerelerinden ancak geçen gidenin ayakkabılarının görülebildigi, manzarayı bırak gün ışığının bile esirgendigi, en rutubetli, en kötü kokan dairesine vücudumuzun… İşte tüm bu sistematiğe, hiyerarşiye inat, daha bir anarşist olsa hayatlarımız? İç basıncı dış basınca eşitlemeden de zarlarımız esnese? Her zaman düşeş gelseler? İki damla tuza teslim olmasa zarlarımız da hidrolize uğramasa fukara hücrelerimiz? Sözünü biraz daha geçirebilse, biraz daha diktatör olsa zarlarımız, geleni geçeni buyur etmese, daha az yardım sever olup, daha fazla hanesini düşünse de boşalmasa hücremizin suyu da büzüşmesek büzüm büzüm? Dönüp dönüp aynı rakamların bulunduğu yüzlere düşürmeseler oynak kütlelerini; bir avuç daha fazla sağa devrilip çoktan aza ulaşmasalar? Döndükçe değerleri artsa? Amaçlarına çabalarına ulaşsalar, emeklerine saygı duyulsa? İki salsaya altı gelmese, saatlerce dönmeye elde bir birle kalınmasa? Adalet gelse bu şehre? En azından bu bünyeye! Ya da belki de zarlarda kabahat? Durmayı bilseler! Doğru zamanda doğru yüzün üstüne usulca devrilip, azı altta tutup, çoğu göğe çıkarsalar? Ya da neden zarın üst yüzündeki rakam gelmiş olur? Asıl efsunlu, merak uyandıran, kendini göstermeyen alt yüzeydeki değil midir? Bıraksa artık zarlar da bu hiyerarşiyi! Üstteki değil bir kez de alttaki öttürse borusunu kulakları sağır edercesine? Bir izin versek de tozu dumana katsa altta ezilen rakam! Dönsek zararın neresinden karla!

Cin


Belki tek bir gerçek var, belki birden çok. Tek ben varım, her şey benden çok. Düz yaratılanların en düzü, eğri amaçların gün yüzü. Anlam beşiği, uykusuz gecelerin uyku eşiği. Kaşı kıldan, saçı telden, gözü görmez, dili kesilmiş... Teri akmış, canı çıkmış, canı yanmış... Sen koru sönmüş, kaymağı alınmış; yünü değerli, suyu pahalı bakımlı cengaver! 

Bir adam karısını çok sevmiş; sevgisinden başka adamlara satmış! 
Bir adam karısını başka adamlara satabilecek kadar çok sevmiş!

Kılıçların kınına, dişlerin yuvasına, taşların çukura girmediği bir dönemde, suyun su iken temizleyemediği, rüzgarın rüzgarken süpüremediği, celladın cellatken kafaları kesemediği, harflerin harfken yan yana dizilip ele veremediği kusurlar var yuvamızda. Yalnızlıksa bu, hoş gelmiş evimize; eğer ölmüşse fikirler, Allah rahmet eylemiş; çocuklarsa kıran camları, canları sağ olsun evlatlarımın; varsa bilen, gören görmüş, duyan duymuşsa kalemimin ucunun kırıldığını olsun varsın !

Taşsız gecenin soluksuz sabahı buz tutmuş elinin ayasında; ayaz çıkmış kapıda, uçurmuş tertemiz çamaşırları ipten. Bekleyen mukadderatın rengi solmuş güneşte. Dindar kapıcıyı kafir yönetici kovmuş apartmandan. Yüzü suya batmış herkesi cin çarpmış cumadan. Kediler de şaşırmış bu işe; tüyleri ürpermiş hakikatle ve çaresiz kalmışlar; zavallı...

Kirpiksiz canavarlardan dayak yemiş, aç tavuklar tartaklamış saçlarını; buğday buğday etmişler. Biraz yunuslarla yüzmüş; sonra onları da küstürmüş, kafası karışmış bir halde kapımın önünde buldum çocuğu; uykusuzluktan gözleri kapanmış! Hemen aldım içeriye, üstünü başını değiştirdim; bitkindi, bitmiş. Kafasının altına bir yastık koydum uyandırmamaya çalışarak, beklerken uyanmasını. Açamadı gözlerini hemen öyle, sıcak suyla ıslattığım pamuklarla sildim çapaklarını, sivri çenesi avucumun içinde. Perdeler kapalı sakladım yüzünü güneşten; bakmaya doyamadığım, güneşten ve kendimden sakındığım...

Çarpışmış arabalar, kesişmiş doğrular... Yön bulmuş su, yüzdürmüş çerçöpü üstünde, taşımış gelmiş kapıma kadar. Ağlamaklı duvarlar söndürmüşler ateşlerini; ses geçirmez, çıt çıkarmaz, umursamaz olmuşlar. Yedikçe boyaları üzerlerine katbekat, vazgeçmişler direnmekten, manalarından. Duymazdan gelmek, görmeden yaşamak hoşlarına gitmiş ve bırakmışlar bu ebedi şahitliği.

13 Haziran 2009 Cumartesi

O Gün



Bir kadın yatıyor; bir kamyonetin arkasında, tahta bir kutunun içinde, cansız. Bir kadın ki üçümüzü doğurmuş; içinden çıkarmış, etinden koparmış. Şimdi katmış peşine üçünü de gözü yaşlı, binlerce kez geçtiği yoldan bir kez daha geçiyor, bu kez yalnız. Yol karanlık ve uzun. Her zamankinden daha sıkıcı, bitmek bilmiyor bir türlü. Önümüzde bir kamyonet; kasasında bir kadın yatıyor, cansız. Aklıma Grace geliyor; kasa kasa elmalar, irili ufaklı… Sonra Dogville’in ne kadar iyi bir film olduğunu bir kez daha onaylıyorum içimde. Sonra uzun zamandır yemediğim kurabiyeler aklıma geliyor, sadece onları düşünüyorum bir süre. Şarkılar çalıyor kafamın içinde; koskoca kadına “Yüzünü Dökme Küçük Kız” diyorum; üzgün olduğunu düşünüyorum çünkü. Hepimiz arabalara doluşmuş yola devam ederken, onun o kamyonetin arkasında çok mutlu olmadığını hissediyorum; yüzünü dökmüştür gerçekten diye söyleniyorum. Şarkı söylüyor gibiyim ama söyleniyorum aslında ben ona.


Yüzünü hatırlayamıyorum bir türlü. Bir ayna tutsalar suretime, hemen hatırlayabilirim, o kadar aşikar aslında! Dikiz aynalarından yardım istiyorum ama göstermiyorlar yüzümü bu karanlıkta; kendi kurallarından taviz vermiyorlar, “Işık olmadan gösteremeyiz” diyorlar pişkin pişkin. Bu saatte, bu karanlıkta size nerden bulayım ben ışığı dememe kalmadan hafızam elini uzatıyor bana. Yüzünü olmasa da cüssesini fısıldıyor kulağıma; kocaman bir kadındı annen diyor. Hatırlasana, her zaman kızmaz mıydın ona çok yemek yediği için? Tombul bir kadındı annen; etli, yumuşak… Tombul işte. Peki diyorum madem o kadar iri bir kadındı benim annem, nasıl sığmış o minik kutuya? Susuyor hafızam, suskun dilim. Anlam veremiyorum bir türlü, sihirli bir şeyler dönüyor olmalı etrafımda, mümkün değil ki fiziksel olarak! Düşünüyorum.


Şehrin girişinde duruyor tüm arabalar sırayla, art arda. Ben sadece bir tanesiyle ilgileniyorum. Bir kamyonet. Şu an ne rengini, ne tipini, ne de plakasını hatırladığım bir kamyonetle yakından ilgiliyim o dakikalarda. Çıplak ayaklarımı bulunduğum arabadan dışarı atıyorum, kamyonet hemen arkamızda. Kutuyu kaldırıyorlar özenle. Götürüyorlar. Tanımadığım insanlar aslında birçoğu. Bilmediğim adamlar, tanıdık değil yüzleri. Girdikleri kapıdan ellerini birbirine vurarak, silkeleyerek dışarı çıkıyorlar; sanki ellerine pis bir şey bulaşmış gibi! Üflüyor hatta birkaçı ellerini. O dakika sadece buna odaklanıyorum. Geri biniyoruz arabalara ve annemlere gidiyoruz. Annem gelmese de, onu şehrin girişinde bir yerde bıraksak da, biz annemlere gidiyoruz. Değiştirmiyor hiçbir gerçek  rotamızı!


Anne evi. Tanıdık işte. Her şey, her zaman bıraktığınız gibi. Değişmiyor bir türlü. Kime bu inat bilinmez. Bu meydan okuma kime? Neden kandırıyor beni bu ev yıllardır? Neden kafamı karıştırıyor? Hayatımdaki her şey sürekli değişip dururken, ben dahi, dün ak dediğime bugün kara diyorken, saçım, tipim, arkadaşlarım, sevgililerim değişip dururken; hem tam da normalinin bu olduğuna, değişimin büyüsüne ve gerekliliğine inanmışken, neden yıkıyor bütün duvarlarımı? Yalanlamaya çalıştığı ne ki? Amacı ne anne evinin? Kızların baba evi varsa, erkeklerin de anne evi var, ana kucağı. Değişmeyen…


Kafamdaki gibi değil cenaze! Şık giyinmemişim mesela. Kimse şık değil, öyle bir kaygı ya da hava kimsede yok. Siyah giyinmemiz gerekmez miydi? Annemin tek oğlu olarak, şık siyah bir takım elbise giymem gerekmez miydi? Gelenleri karşılamam, taziyeleri kabul etmem, metin olmam, insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmem, defin işlemlerini halletmem, mezar yeri seçmem, düşünmem, illa ki düşünmem gerekmez miydi? Bir köşeye sinip ağlamak dışında elimden bir şey gelmez miydi? Yoksa hala ben ben ben mi diyordum umursamazca? Bana ne işten güçten; acım var, annemi kaybettim, acım büyük diyip kolayca bir köşeye mi çekiliyordum? Her şeyin en iyisini ben yaparım ya her zaman, ölen annenin ardından da en iyi üzülen olmaya mı çalışıyordum? Bu kadar bencil miydi varlığım, bu kadar mı meşguldü kendiyle? Yoksa cidden acım, kendimi bir kenara atacak, zihnimi silecek kadar fazla mıydı? Yoksa gerçekten elimden daha fazlası gelmiyor muydu? Annem için istediğim kadar ağlamaya hakkım var mıydı? Daha önümde uzun bir zaman vardı aslında üzülmeye, ağlamaya, onun eşyalarına sarılmaya… Ama acı ertelenebilir miydi ki?   Başka bahara saklayabilir miydim bu acıyı? Çıkarıp çıkarıp içime çekebilir miydim doyasıya? Yüzüme, gözüme sürebilir miydim uzun yıllar bu acıyı? O kadar fazla geliyor ki o anda yaşanan acı, bir an önce geçsin, gitsin istiyorsunuz üzerinizden.  Hemen alışalım, hayat normale dönsün; sabır, teselli bulalım dünya nimetlerinde istiyor bir yanınız. Başka tarafınız tedirgin; korkuyor bu acıyı kanıksamaktan, özümsemekten, benimsemekten. Alışmaktan korkuyorsunuz onsuzluğa. Hiç azalmasın bu acı, dinmesin, alçalmasın istiyorsunuz. Aksine artsın günbegün. Aksın çağlayanlar gibi, yürüsün gitsin. Her yerinizi kaplasın, sizi rehin alsın, yaşatmasın, gün yüzü göstermesin istiyorsunuz. Ama eminsin çiğliğinden, pişkinliğinden. Hemen kendini aklamaya meyillisin. Kendini kollamaya, kendini kurtarmaya programlanmışsın. Azalıyor acı günbegün. Yazık.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Kıvırcık



Akıntıya kürek çekmeyişini severdim en çok. Yok olanı var etmeye çalışmaktansa, olanı artırmaya çalışmanı severdim. Kıvırcık saçlarını olduğu gibi sevmen hoşuma giderdi. Hiç korkmazdım biliyor musun? Yüzünü döktüğün küçük kız hallerin... Ama ne olursa olsun, bu yazılanları atmayacağını, ne yaşanırsa yaşansın böyle bir yazıyı saklayacağını bilmeyi severdim.


Büyüdük. Seni tanıdığımda,  benim şu an olduğum yaşlarındaydın aşağı yukarı. Ne kadar da gençtin! Alnındaki su çiçeği izleri, sanki daha dünden kalmış gibiydi. Evin gencecikti. Şu an arşiv dediğin kitapların da gençti daha. Sevdiğimiz şarkılar gençti. Kaybetmemiştik daha elimizi kolumuzu. İki gözümüz de yerindeydi. Sorunlarımız bile gençti. Artık sorunlarımız da birer yetişkin, hatta fazlasıyla olgun çoğu kez. Sevdiğimiz şarkıları bilmiyor bizden sonrakiler. Zaten satılmaz oldu artık o kitaplar; öyle güzel albümler de çıkmıyo ki artık alıp dinleyelim şöyle günler boyunca.


Tahammülümüz de azaldı. Bir şarkıyı üst üste defalarca dinleyebilme ihtimalimiz de kalmadı artık. Filmler üstüne tartışabilme yeteneğimizi yitirdik zamanla. Önemimizi unuttuk. Sevdiklerimiz de değişti, bizi sevenler de... Bize ak diyenler, şimdi kara der oldular. Yalan da değil hani; kara kuru bir kızdın sen! Varsın öyle kalsın akıllarında, görmesinler bizim gördüklerimizi.


Gözümüzde bir perdeyle yaratıldığımıza inananlar var. Gün gelecek, kalkacak o perde gözümüzden; işte o zaman görecekmişiz cümle uhrevi mahlukatı. Hani bu birbirine paralel boyutlar teorisi var ya; hepimiz aslında aynı yerde yaşıyoruz da, sadece gözlerimizin görebildikleri farklı hani... Bazıları var ki doğuştan perdesiz, görebilir her iki boyutu da. Bazı anlarımız var ya hepimizin, yırttığı perdeleri. Bazen tüm perdelere inat sıkı sıkıya kapatırız gözlerimizi. Görmez olduk özelliğimizi. Göz görmeyince çaresiz katlandı gönül de el mahkum.


Onurumuzla devrettik ama gençliğimizi. Zamanında bırakabilmeyi bildik. Kocadık evet ama maskarası olmadık köpeklerin. Zirvede bıraktık denebilir. Kim bilir, istesek belki hala hepsinden genç, hepsinden dinamik olabilirdik! Risk almadık. 


Evlerini düşünüyorum tek tek; kafanı soktuğun, huzuru da acıyı da gördüğün, her biri sana ait, sana özel dam altları. Hepsine bıraktık kokumuzu en ilkel iç güdülerimizle. Önce içeri girip, şöyle bir göz atıp salıverdik etrafa arsız kimyamızı. Sahi ne kadar da sivriydi kimyalarımız? Bu sayede birbirimizden utanabilme yeteneğini edindik. Çizgilerimiz de oldu çok şükür zaman zaman; bir adım gerisinde durduğumuz.


Kutu kutu ev topladık, kutu kutu ev düzdük. İstanbul şehrinin kıta Avrupası'nda semt semt dolaştık durduk. Hiç geçmesek de diğer yakaya, bir türlü bir araya getiremedik kendi yakamızı da! Ortaklığımız da oldu, korkaklıklarımız da. Artık kabul etsek ne fayda!


Çaldıra çaldıra, kaptıra kaptıra udsuz sazsız kaldık. Çingeneler tartakladı, dağıttılar saçımızı başımızı, aldılar elimizdeki eşsiz enstrümanlarımızı...Rakılar, viskiler şişelerde kaldı, şarkılar şiirler raflarda... Balonuz ya aslında, öylesine büyük ve görkemliyiz ya hani, uçabilmek için attıkça attık aşağıya torbalarımızı. Yükseldikçe yeri göremez olduk, kaydıkça kaydı ayağımızın altındaki dünya. Başka diyarlar gördük, sevdik yerleştik. Düzen kurduk, evler yaptık yine soktuk bir damın altına her daim karışık kafalarımızı. Nikah masasından kaçma cesaretimizi yitirdik belki ama hayır diyebilme gücümüzü koruduk son tahlilde.


Dostluğumuz terk etii bizi, ışığımız söndü gitti ama kardeşliğimiz kaldı bizimle. Kan aldanmıyor işte! Zihni de kokusu kadar keskin, gelmiyor oyuna. Kumarda evi köyü satan dostluğumuza inat, sahip çıktı kardeşliğimiz; evini, kapısını açtı bize. Daha mütevazı bir evdi kardeşlik, kıt kanaat geçinen, sofralarında her akşam bir et yemeği bulunmayan, televizyonları bile olmayan kalabalık bir aile... Dostluk gibi önümüze çeşit çeşit peynirler, enfes şaraplar, ikramlar koymuyordu belki ama kapı dışarı etme ihtimali de yoktu en azından. Daha güvende hissettmeye başladık sanırım kendimizi.


Dünün dünüm, günün günün! Bir eksik yola devam...


Yüzünü dökme küçük kız,

Kızma onlara