10 Temmuz 2009 Cuma

Yazma Üzerine

Neden yazdığım konusunda vahim kaygılarım var. Nerede başlayıp nerede bittiğini göremediğiniz  bir kalın halatın orta yerinden tutmak gibi yazma; hangi yöne gideceğinizi dahi kestiremediğiniz bir umman. İçinizden peyda olduğu, sizden yola çıktığı aşikar. Daha güvenilir olduğu güdüsüyle kendinize doğru ilerlediğiniz anda, bütün kusurlarınızı heyula bir dağ gibi karşınıza çıkaran bir derya. Ayna önünde metal çubuğa tutunmuş bir balerin gibi, ekseriyetle nazik adımlarla ilerlemek lazım gelir o yönde. Önünüzde uzanan, emrinize bahşedilmiş bir yaprağın geometrisine inat, bir Düzlem değil, bir Doğru'dur yazma. İçinizden akan tüm noktaları birleştiren, kuzeyi ya da güneyi olmayan, sadece bir batıya bir doğuya sahip, iki yönlü bir Doğru yazma. İster batıya dön yüzünü, ister doğuya; elinde bir pusulasız kalın halat, bir uçtan bir uca seni dolaşan bir Doğru yazma. 


Geleceğe merakım olmadı hiç, yarından ziyade dünle alakadar oldum hep. Bu yüzden falıma hiç baktırmadım, hatta kim bilir, bugüne değin kahve hiç içmeyişimin sebebi de budur belki! Tek derdim kendimle; dünde var olduğuma eminim, yarın ise karanlık bir oda, belki de içinde bulunmadığım bir heyula boşluk. Manidar değil yüzümü yarına dönmek, aradığım her şey kendi içimde, dünde. Yazmak, elinde bir kalın halat... İlgimi çekmeyince bugünün ötesi, çarnaçar düne dönüyorum, kendi içime. İşte bu yüzden bir balerin kadar hafif ve nazikçe basmalıyım yere, bir hamaset destanı yazabilmek için kendi içimde.


Halata tutunarak kendime yaklaştığım en yakın nokta, yazmaya dair hatırladığım en eski hatıram Şiir, zamanla iştiyakımın tavsadığı bir huy. Dokuz yaşımdaydım, ilkokul üçüncü sınıfa gittiğimi anımsıyorum. Okulumun bulunduğu caddenin hemen karşı yakasında oturduğumuz evden, okuluma yine yakın sayılabilecek, on dakika yürüme mesafesinde bulunan bir başka eve taşınmıştık. Sıcak bir günde okula doğru yürüyorum, öğlenci olduğum bir sömestir, saat takriben on ikiye geliyor olmalı. Yere bakarak yürüyorum o yıllarda, nedendir bilinmez! Kaldırımla, yolun birleştiği yerde, yine aynı kaldırım taşının malzemesinden, ancak başka profilde yapılmış bir oluk, su deresi var; yağmur sularını toplayıp, kanalizasyona bağlaması beklenen bir uzun yatak. Hava güneşli mi güneşli! Muhtemelen bir esnafın, dükkanının önünü serinletmek amacıyla döktüğü su, güle oynaya beni takip ediyor okul yolumda. Kendi kendime bir oyun icat etmişim, suyun bana olan bağıl hızını sıfıra eşitleme çabamdayım. Eğimin arttığı yerlerde hız kazanmaya başlayan suya yetişmek için, ben de ivmemi artırıyorum. Bazen bir ahşap çubuğa takılıyor; önüne set çekmiş bu ahşap çubuğu, kendi ekseninde yavaş yavaş döndürerek yoluna devam etmeye çalıştığı sırada, ben de durup bekliyorum, aynı anda ilerleyelim diye. Bu müşfik halime rağmen, beni beklemeden coşup aktığı dakikalarda yüzümde bir infial beliriveriyor çarnaçar. Mamafih, öyle sevimli dans ediyor ki, kızamıyorum ona. Gözüm biraz ileride, az sonra yol arkadaşımı yutup, benden alacak o meşum ızgaraya takılıp kalıyor. Aymaz bir halde oyuna devam eden yoldaşımın makus sonunu değiştirmek için elem içinde tefekküre dalıyorum. Çocuk aklıma hiçbir şey gelmez oluyor, en ilkel içgüdülerimle ayağımı set çekiveriyorum çaresizce kadim dostumun önüne. Bez ayakkabımın içindeki minik ayağım, emsalsiz bir sevişmeye tutuşuyor dost kervanında. Yine de engel olamıyorum beni terketmesine, arkasından baktığım ızgara yüreğimi dağlıyor. Daha tenimde hissediyorken ıslaklığını, onun kendini başka bir diyara teslim etmekte bir beis görmemesi, haksızlık gibi geliyor. Çaresizce yoluma devam ediyorum, bir yanım eksik.


Okula varır varmaz yazmaya başlıyorum, daha sonra sık sık gerçekleştireceğim bu eylemi, hayatımda ilk kez yapıyorum o gün. "İşte Yaşam" adlı bir şiir yazdığım ilk şey. "Bir su; akar, akar akar..." diye başlayan, acısı hala yüreğimde nakış dostumu anlattığım bir şiir. Her şeyin bir sonu olduğunu vurgulayan, suyun akışıyla insan yaşamının benzerliklerine dikkat çeken, ikisinin de engel tanımaz hayatlarının toprağın altında bittiğini anlatan, topraktaki böceklerin çürümüş ete saldırışlarını betimleyen, karamsar mı karamsar bir şiir. Dokuz yaşımda, neden ve nasıl yazdığımı çözemediğim bir şiir! O günden sonra hatırladığım ilk şey, öğretmenimin elinde güzel bir defterle evimize geldiği ve anneme her gün o deftere bir şeyler yazmamı tembihlediği. İlk sayfasına "İşte Yaşam" adlı şiirimi özenle temize çektiğim o deftere, daha sonraki ilk yazıyı üç sene sonra yazmış olmam düşündürücü değil mi?


Akıl baliğ olur olmaz bıraktım şiir yazmayı. Şiir'in canlandırdığı kelimeleri nesirde daha çok sevmeye başladım. Daha özgür kıldı beni nesir, söyleyeceklerim, anlatacaklarım sığmadı şiire. Her türlü özgürlüğe düşkündüm yazma konusunda. Yazmam söylendikçe, yazmam beklendikçe yazmadım. Öğretmenlerimin katılmam için ısrar ettiği yarışmaların ne konularına sadık kaldım, ne de sayfa sınırlarının içine sığdım. Hiçbirini istenilen sürede vermedim. Sadece canım istedikçe, canımın istediği şeyi, canımın istediği zaman yazdım, kendimden başka kimsenin boyunduruğu altına girmedim, bu minval üzere yazdım. Keyfekeder olduğunu vehmettiğim yazma itkim, zamanla tahayyül dahi edemeyeceğim bir dünyaya pencere oldu. 


Zannedilenin aksine, bildiklerimi yazmadım. Yazma, kendimi tanıma yolumda en elzem ihtiyacım oldu. Yazdıkça öğrendim, yaza yaza anladım ne demek istediğimi. Bir şeyler anlatmak için değil, bir şeyler öğrenmek için yazdım. Hayatımdaki ilişkileri yazarken kurdum, tüm taşları yazarak yerine oturttum. Bu yüzden hiçbir zaman meslek edinmedim yazma işini, kendime sakladım. Yazmaya, paradan daha çok ihtiyaç duydum. Mahrem buldum yazmayı, yatak odası belledim, ifşa edemedim bir türlü. İçine girip uyuduğum halini, değişmedim hiçbir albenili haline. Mamafih, doğurmak gibi gördüm kitap yazmayı, hep ürktüm sorumluluğundan. Nasıl ki kaçtım köşe bucak çoluk çocuktan, öyle uzaklaştım kitap yazma fikrinden. Yarın öbür gün, önüme bir delil olarak çıkarılmasından korktum; adımın önüne koydurabileceğim renkli sıfatları, yazma dünyasında bir meczup gibi avare dolanmaya yeğ tutmadım hiçbir zaman. Zaman zaman hamile kalmadım değil; zihnimde uçuşan hikayeler, merak ettiğim paralel evrenler, ırzıma geçmedi değil. Ne zaman aşka gelsem, cümrü meşhut halde yakalamadım değil kendimi. Zaten hiçbir zaman dokuz ay sabırla yatıp, doğum gününü bekleyecek disipline sahip olamadım, mamafih sayısız düşük yaptım. Hayatımda yazdığım ilk gün üstüme yapışıp kalan bu alışkanlık - sadece canı yanınca, bir şeyler öğrenmesi gerekince veya bir şeyleri merak edince yazma durumu - beni doğuştan kısır kılıyordu. Yazma, kendi falıma bakmaktan başka bir şey değildi. 


Nasıl şerh etmek gerektiğini bilmediğim bir rüyayı yıllardır, biteviye görür dururum. Kadrajımda kaldırımla yolun birleştiği yer var sadece, bir yatay çizgi. Boylu boyunca takip ediyorum bu ufku, bir sürü madeni para var hat boyunca. Toplaya toplaya ilerliyorum çakıl taşlarının arasından, böyle bir mebzuliyet görülmüş şey değil! Bitmek bilmiyor, her bir parayı bulduğumda ayrı ayrı şaşırıyorum. Sonsuz kez tekerrür eden bu olay, bir nihayete varmadan uyanıyorum her seferinde. 


Yazarken farkediyorum kaldırım taşlarının benzerliğini, sesler harfe bürününce ancak mana buluyor zihnimde. Yazdıkça keşfediyorum kendi gezegenimi. Adım adım, basamak basamak işliyor beynim, itikadı yok görülmeyenlere. Ben de görünür kılmak için şeceremi, yazmak zorumdayım. Ev yapımı limonata gibi, el yordamıyla buluyorum aidiyetimi. Zannedilenin aksine, başka çarem olmadığı için yazıyorum esasında.

2 yorum:

  1. Kendini bulmanın, kendinle yüzleşme cesareti gösteremediğinde farkında olmadan kendini kendine tokat gibi çarpmanın en güzel yoludur yazmak.

    İçindeki mazlumu, sapığı, fahişeyi, eziği, güçlüyü tek tek bulup, keşfedip tanımanın en acımasız ama en doyumkar yolu.

    Hiç bilmezdim yazdığını, nereden bileyim.. Ama iyi ki de yazmışsın... Yazıyosun...

    YanıtlaSil
  2. halimden anlar halini sevdim ;)

    YanıtlaSil