5 Temmuz 2009 Pazar

KABUL


Biçilen değerlerin, biçilen ürünle, biçen arasındaki ince çatlaktan sızan bir su olduğu gün gibi aşikar zihnimde bu günlerde. Sahibi olduğum değerli hayatımın, gördüğüm değersiz hayatlara oluk oluk su sızdırdığı gerçeği de zahiri bir silüetmiş aslında. Bakışların toplandığı ana meydanımın güzel binaları sahipsizmiş oysa. Ayağımızın altında çiğnediğimiz sokaklar, binlerce kez şahitlik etmişler bu kendinden emin yürüyüşlere. Aslında özel, bizim sandığımız değerlere sahip olmadığımızı anlamak için bir kaldırım taşı olmamız gerekiyormuş meğer; ona basmadan,  takriben ondan yirmi santimetre yukarda, ayakları havada asılı yürüdüğünü iddia edenlerin ezici ağırlıklarını üstünde hisseden ve bu kendinden geçmişlere için için gülen bir sokak taşı.


Sonsuz bir kabullenişe emanet bıraktım zihnimi. Dünyanın dört bir yanında, bir ara döner, alırım diye bıraktığım eşyalarım, evcil hayvanlarım, dostlarım gibi, akıl kutumu da emanet ettim Kabul'e. Nasıl olsa yolunuz düşer,  lazım gelirse gider alırsınız umuduyla bıraktığınız; ama bir şekilde de gözden çıkardığınız bağlılıklarınız... Bu yaşıma kadar, hayatta kaybetmekten en çok kortuğum şey sorulduğunda tek bir saniye bile düşünmeden "Aklım" dedim; Aklım'ı kaçırmaktan daha kötü bir şey olamazdı!  Ondan vazgeçmem mümkün değildi elbette ama işte belki bir süreliğine, sadece kısa bir süreliğine emanet edebilirdim Aklım'ı Kabul'e? Daha önce hiç aynı ortamda bulunmamışlardı, iyi anlaşıp anlaşamayacaklarını bilemiyordum ama en azından düşman da değillerdi. Sonuçta ikisi de medeni kavramlar, sevmeseler de birbirlerini, ben gidip Aklım'ı geri alana kadar, misafir edebilirdi Kabul onu?


Çocukluğumdan beri gitmemiştim Kabul'e, evinin yolunu bile unutmuşum gerçeği söylemem gerekirse. Dolanırken içimin acı coğrafyasını, Koşullar'a rastladım; herkesin içinde olduğu, Matruşka gibi, kimin, kimin içinde olduğu belli olmayan falezler! Koşullar mı insandan çıkar, insan mı Koşullar'dan bilmecesinin eteklerinde dönmekten bulanan midemin, burnuma kadar iletmeyi başardığı o bozuk yumurta kokusuna rağmen Aklım'ı belki de son kez kullanıp, Kabul'un nerede oturduğunu soruverdim Koşullar'a. "Buraya kadar gelip, bizi bulduğuna göre zaten varmışsın" dedi koşullar. "Hemen yan binada oturuyor Kabul, hatta bir daha sokağa çıkma, şurdan bahçe kapısından geçiver" deyince Koşullar, kolayca buluverdim Kabul'un küçük, mütevazı evini. Belli ki maddi durumu pek de iyi değildi son yıllarda, çocukluğumda kocaman bir evi vardı Kabul'ün, hatırladığım kadarıyla varlıklı bir aileden geliyordu. Geçen yıllar içerisinde belli ki satıp savmıştı malı mülkü, bu küçücük eve sığınıvermişti. Kim bilir belki zamanla toplar durumunu da, daha büyük bir eve geçer, kocaman bir evi olur yine Kabul'ün.


Serenleri kalınca, orta tablası birkaç yerinden yarılmış, kendi ağırlığıyla menteşelerini zorlayan masif bir kapının önünde duruyorum; kapıyı çalıp çalmama konusunda hala karasız olduğumu farkediyorum. Çok kısa bir görüşme olması gerektiğini tekrarlayıp duruyorum içimden. Fazla oyalanmamalı, halini hatrını sorup hemen konuya geçmeli, Aklım'ı bırakıp çıkmalıyım bu evden. İçeride geçen her dakika aleyhime işleyecek. Kararsızlığımı ağzımda fazlaca çiğneyip büyütmeden, yutuvermeliyim. 


Kapıyı çalıyorum. Heyecanlı olmalıyım ki ellerim titriyor. Asıl hissimi soracak olursanız heyecanlı değil, endişeliyim bence. Demek ki insanın elleri, endişelenince de titreyebiliyormuş, bunu da öğreniyorum. Kapıyı orta yaşlı, kısa boylu, kirli sakallı bir adam açıyor. Şaşkınlığımı gizleyemiyor olmalıyım ki, yüzünde bir tebessüme sebep oluyor, bu acemi, lafa giremeyen halim. "Şey, ben, Kabul'e gelmiştim ama, evde yok mu kendisi?" diye kekeliyorum derdimi. Bir yandan elimden çekip duran, mızmızlanan Aklım'ı zapt etmeye  çalışıyorum ama susturmam mümkün değil bu arsız çocuğu. "Kabul benim." deyince artan şaşkınlığımın önüne geçemiyorum artık. "Nasıl olur, ben daha önce de gelmiştim buraya ama kendisi bir kadındı. Sizin yaşlarınızda, orta boylu, şişmanca bir bayandı daha önce görüştüğüm kişi." diyorum alelacele. Adamın yüzündeki belirli belirsiz tebessüm, yerini net bir gülümsemeye bırakıyor, bir şeyi benden çok daha iyi bildiği anlamına gelebilecek türden bir gülümseme bu. "İçeri gelmez misin?" diyor, bir gözü ağlamaklı Aklım'da. Oldum olası, olumsuz soru ekini sık kullanan insanlara zaafım olmuştur. Gelir misin yerine gelmez misin, alır mısın yerine almaz mısın, dans eder misiniz yerine dans etmez misiniz diyen insanları tuhaf bir şekilde hem komik bulmuşumdur, hem de sevmişimdir. İçeride fazla kalmama telkinlerime rağmen, yenik düşüyorum bu zaafıma ve sürüklüyorum Aklım'ı da peşimsıra içeri. 


Bu küçük evin dekorasyonu başımı döndürüyor içeri girer girmez. Empresyonist bir tabloya ziyadesiyle yakından bakıyormuşum gibi hissediyorum; tüm renkler birbirine girmiş, iç içe geçmiş, nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan bir bulamaç. İlk defa geldiğim bu evin, bana bu kadar tanıdık gelmesine işkilleniyorum. Acaba çocukken, yıllar önce geldiğim o ev, bu ev mi? Olmadığına eminim aslında, ama bu renkler, bu atmosfer bana çok tanıdık geliyor. Derken, Claude Monet'in İmpression, Soleil Levant adlı tablosuna benzediğini farkediyorum bu evin. Nerde gökyüzü nerde deniz kestiremediğiniz, renklerin birbiri içine geçtiği, güneşin gökyüzüne, yatların denize aktığı, hepsine bir sis perdesinin ardından bakıyor gibi hissettiğiniz bir bulanıklık, uzaklık netlikten, keskin çizgilerden. Hansel ve Gretel'in içine hapsolduğu o şekerlemeden evin eridiği sahneyi hatırlayın. Bütün renklerin birbirine karıştığı, cıvık bir hamura benzeyen o evdeyim adeta. 


Artık dört ayağı da aynı yükseklikte olmadığı için sallanan, yağlı boya ile maviye boyanmış, yer yer soyulan boyanın altından veya çatlaklarından ağacın kendi rengini görebildiğiniz kare bir mutfak masasına oturup, birbirine bağlı ellerini masanın üstüne koyuyor, kafasıyla bana karşısına oturmamı işaret ederken. "Daha önce geldiğimdeki Kabul'e..." dememe kalmadan sözümü keserek "Öldü." diyor, kısa ve net bir vurguyla. Kafamı çevirip giriş kapısına bakıyorum, o kapıyı çaldığımdan beri kaç kez şaşırdığımı hesaplamaya çalışırken. "Ama nasıl olur?" diyorum çaresizce. Derin bir nefes çekiyor içine, gözleri masanın maviliğinde, tırnağıyla boyasını kazıyor usulca. "Bak, bilmediğin şeyler var. Biz Kabul'ler her zaman aynı kişiye ait kalmayız. Her birimiz farklı özelliklere sahibizdir ve sürekli görev değiştiririz. Bugün senin Kabul'ünümdür, yarın bir başkasının. Yıllar önce sana yollanan Kabul, artık senin istemediğin, bir başkasının Kabul'ü olabilir. Her zaman bıraktığın yerde bulamazsın bizi; sen değiştikçe biz de değişiriz. Bu yüzden eski Kabul'ünü unut, öldü varsay. Artık sen, eski sen olamayacağına göre, bir daha karşına çıkmayacaktır o Kabul." diyor, yüzüme bakarak noktalıyor konuşmasını. Anladığımı söylüyorum, her ne olursa olsun, şu anda ona ihtiyacım olduğunu... Bir süreliğine Aklım'a hakim olup olamayacağını soruyorum. Kafasıyla onaylamakla yetiniyor; yüzünde, gözün arkada kalmasın der bir ifadeyle... Geri kalan zor bir işim var artık: Aklım'a çaktırmadan bu evden çıkıp uzaklaşabilmek. Nasıl oyalayabilirim ki onu? Hafızam yardımıma koşuyor ve annemin anaokuluna beni bırakışını hatırlatıyor. Aklım oyuncaklarıyla oynarken, ona tuvalete gideceğimi, beş dakika içinde geri geleceğimi yalan söylüyor ve hızlıca çıkıyorum evden. Arkama bakmadan çektiğim kapının sesi kulaklarımda çınlıyor. Derin bir nefes alıp, dönüş yoluma koyuluyorum akılsızca. 


Kafamın içinde bir karmaşa; Aklım yerinde olmayınca, herkes sultan, padişah ilan etmiş kendini, car car konuşmakta. Kabul'un söylediklerini düşünüyorum; sen değiştikçe biz de değişiriz deyişini anımsıyorum. Kendi değişimimin ne kadar hızlı olduğunu düşünürsek, demek ki daha sık kapısını çalmış olsaydım Kabul'un, bir sürü farklı Kabul'le tanışmış olacaktım bugüne kadar. Sonra çocukluğumu düşünüyorum, ilk ziyaretimi Kabul'e. Daha büyük bir evde yaşayan bir kadındı o zamanki Kabul, her şey çok farklıydı şu an olduğundan, bir tek şey dışında. O zaman da bugün de, Koşullar'a sorarak bulmuştum Kabul'un evini ve ne hikmetse hep komşuydu bu ikili. Tam bunları düşündüğüm sırada Koşullar'ın evinin önünden geçmekte olduğumu farkediyorum. Kararmaya başlayan hava yüzünden bazı odalar da ışıklar yanmaya başlamış hafiften. Koşullar'ın Kabul'e olan bu düşkünlükleri, Kabul'ün yanından ayrılmaz halleri beni tedirgin etmeye başlıyor. Tabiatlarını irdelemeye başlıyorum yürürken kaldırım taşlarının tam üstünde.


Bilimsel bir problemin çözümünde önemli bir aşama vardır: Kontrollü deney. Bir varsayım, hipotez ortaya çıkardıktan sonra, onun gerçekliğini sorguladığınız deney evresi... Bir kontrollü deney için iki adet grup oluşturulur: Deney drubu ve kontrol grubu. Örneğin bitkiler üzerinde bir araştırma yapıyorsunuz. Aynı tür, aynı yaşta iki bitki bu iki farklı gruba yerleştirilir. Anatomik olarak birbirinin aynısı olan bu bitkilerin tüm koşulları eşit tutulur. İkisine de eşit miktarda su verilir, ikisi de aynı kalite toprakta yetiştirilir. Alabildikleri güneş ışığı, bulundukları odanın sıcaklığı, bulunduğu ortamda maruz kaldıkları basınç gibi bütün koşullar ikisi için de sabitlenir. Çünkü ancak eşit Koşullar'a sahip iki bitkiyi kıyaslayabilirsiniz. Sonra, üzerinde araştırma yaptığınız konuya göre, her seferinde farklı bir Koşul'u değiştirirsiniz. Tüm Koşullar hala eşittir, ama bu kez birini killi, berikini humuslu bir toprağa yerleştirirsiniz mesela... Ya da topraklarını ellemez, tüm Koşullar'ı sabit tutar, sadece verdiğiniz su miktarını değiştirirsiniz; birine bir litre verirken berikine yarım litre verirsiniz mesela... Burda esas olan, her seferinde yalnız tek bir Koşul'un değiştirilmesi gereğidir. Siz aynı anda hem su miktarında hem de güneş ışığı kapasitesinde değişiklik yaparsanız, gözlemlediğiniz farklılığın sudan mı, yoksa güneş ışığından mı kaynaklandığını anlayamazsınız. Birden fazla Koşul'u değişmiş iki bitkiyi artık kıyaslayamazsınız.


Kafamın içi bunlarla dolu bir halde dönüş yolumda yürümeye devam ederken, bir yandan da kendi hayatıma iz düşürmeye çalışıyordum bu mündemiç bilgiyi. Eğer Koşullar farklı bir evde oturuyor olsalardı, Kabul'ün de illaki onlara komşu olma zorunluluğunu düşünecek olursak, bugün bambaşka bir Kabul'ün evine mi bırakıp çıkacaktım Aklım'ı? Tanıdığım tüm Koşullar'ın aynı kaldığını düşünelim. Şu an sahip olduğum hayatım kontrol grubu'nu oluştursun. Yaşadığım şehirler, ailem, aldığım eğitim, boyum, kilom, arkadaşlarım... Bütün Koşullar tastamam, ancak o eve yıllar önce bir Koşul daha taşınmış olsaydı? Mesela ben çocukken, yüzüme kaynar su dökülmüş, yüzüm önemli bir ölçü de yanmış, değişmiş olsa, bugün nasıl bir mahallede, hangi Kabul'ün evine bırakacaktım acaba Aklım'ı? Diğer tüm Koşullar'ım aynı olduğu halde, acaba etrafımdaki arkadaşlarım değişmiş olur muydu? Sadece bir farkla, yüzümde bir yanıkla iş görüşmelerimi yapmış olsam, bugüne kadar bana sunulan iş fırsatlarına yine sahip olabilir miydim? Acaba sevgililerim yine de benle birlikte olurlar mıydı? Peki Ben yüzümde koca bir izle büyümüş olsam, şu anki Ben olur muydum? Oturmam, kalkmam, iletişim kurma biçimim, öz güvenim aynı kalır mıydı? 


Anaokulunda oynatılan bir oyunu hatırlayalım. Boş bir kağıtta bir sürü nokta işaretlenmiştir. Bu noktalar değişik renklerdedir; kimi mavi kimi sarı... Kağıdın en altındaki mavi noktadan başlayarak, her zaman size en yakın bulunan mavi noktaya doğru, noktaları birleştirerek ilerlemeniz isteniyor sizden. Elinizde bir kalem, mavi noktaları, farkında olmadan, iki noktadan yalnızca bir doğru geçer prensibine sığınıp birleştirmeye koyuluyorsunuz. İşlem tamamlandığında, kağıdı kaldırıp uzaktan baktığınızda bir ayı ya da tavşan kafası çizdiğinizi farkediyorsunuz. Size sunulan Koşullar değiştikçe - kağıdın en üstündeki sarı noktadan başlayarak, en yakın sarı noktaya doğru ilerleme Koşul'unda mesela - sonuçta ulaştığınız hayvan kafası değişiyor; tavşan kafası bir arıya dönüşmüş oluyor mesela... Daha kalemi elinize aldığınız ilk anda bile öğretiliyor aslında Koşullar size. Öğretmenin "Hadi bakalım, erkekler mavi noktaları birleştirsin, kızlar sarı!" diye bağrışı kulaklarımda çınlar hala.


Zincirleme ilerleyen bu oyun gibi, hayatımda da iki noktadan yalnızca bir doğru geçseydi eğer, şu an bambaşka bir yolda yürüyor olabilirdim Kabul'ün evinden çıktıktan sonra. Yüzümde sarı veya mavi noktalarla doğmuş olsaydım, zincirin kırılmaya başladığı ilk andan itibaren, bambaşka bir rota çizerdim kendime. İlk çalıştığım işe yüzümdeki lekeler yüzünden alınmazdım muhtemelen! Eğer o işe alınmasaydım, başka iş arkadaşlarım olurdu, o başka iş arkadaşlarım beni başka sevgililerimle tanıştırırdı, ben o başka sevgililerimle başka ülkelere tatile giderdim, başka yerleri sever başka huylar giyinirdim. 


Madem her şey bu kadar tesadüf, var olduğunu sandığımız her şey bu kadar zahiri, görmezden geldiğimiz şey kendimiz değil miyiz bu halde? Kendimizi yalanlamıyor muyuz son tahlilde? Eğer Koşullar'ın nerde oturduğuna göre, Kabul'ün evinin yeri değişiyorsa, Koşullar'ı değiştirme çabamız ne kadar manidar? Değişmeyen tek  hakikat Koşullar'la Kabul'ün dip dibe yaşadığı gerçeği ise, ulaşmaya çalıştığımız mutlak Kabul için, Koşullar'ın kapısını aşındırmamız ne kadar zekice?


Adaptasyon bir zeka göstergesidir. Doğada bile, natürel hayata uyum sağlayamayan canlılar eleklenir, doğal bir seleksiyon yaşanır. Bir balığın neden tatlı suda yaşamak zorunda olduğunu sorgulamasının bir anlamı var mıdır? Bu Koşul, ona koca bir gölü Kabul olarak bağışlamayı başarabilmişse eğer, vazifesini yerine getirmiş değil midir? Bana ait oldukları sürece, benim hakiki bir parçam olarak bana yön verebilmişlerse, ne kadar zor olsa da Kabul olarak karşıma Ben'i çıkarabilmişlerse, Koşullar'ım görevlerine sadık kalmış sayılmazlar mı? Koşullar'ın kapısında uyumaktansa, yan evin kapısını çaldığım anda hayatıma yeniden başlamadım mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder