30 Mayıs 2009 Cumartesi

Kıvırcık



Akıntıya kürek çekmeyişini severdim en çok. Yok olanı var etmeye çalışmaktansa, olanı artırmaya çalışmanı severdim. Kıvırcık saçlarını olduğu gibi sevmen hoşuma giderdi. Hiç korkmazdım biliyor musun? Yüzünü döktüğün küçük kız hallerin... Ama ne olursa olsun, bu yazılanları atmayacağını, ne yaşanırsa yaşansın böyle bir yazıyı saklayacağını bilmeyi severdim.


Büyüdük. Seni tanıdığımda,  benim şu an olduğum yaşlarındaydın aşağı yukarı. Ne kadar da gençtin! Alnındaki su çiçeği izleri, sanki daha dünden kalmış gibiydi. Evin gencecikti. Şu an arşiv dediğin kitapların da gençti daha. Sevdiğimiz şarkılar gençti. Kaybetmemiştik daha elimizi kolumuzu. İki gözümüz de yerindeydi. Sorunlarımız bile gençti. Artık sorunlarımız da birer yetişkin, hatta fazlasıyla olgun çoğu kez. Sevdiğimiz şarkıları bilmiyor bizden sonrakiler. Zaten satılmaz oldu artık o kitaplar; öyle güzel albümler de çıkmıyo ki artık alıp dinleyelim şöyle günler boyunca.


Tahammülümüz de azaldı. Bir şarkıyı üst üste defalarca dinleyebilme ihtimalimiz de kalmadı artık. Filmler üstüne tartışabilme yeteneğimizi yitirdik zamanla. Önemimizi unuttuk. Sevdiklerimiz de değişti, bizi sevenler de... Bize ak diyenler, şimdi kara der oldular. Yalan da değil hani; kara kuru bir kızdın sen! Varsın öyle kalsın akıllarında, görmesinler bizim gördüklerimizi.


Gözümüzde bir perdeyle yaratıldığımıza inananlar var. Gün gelecek, kalkacak o perde gözümüzden; işte o zaman görecekmişiz cümle uhrevi mahlukatı. Hani bu birbirine paralel boyutlar teorisi var ya; hepimiz aslında aynı yerde yaşıyoruz da, sadece gözlerimizin görebildikleri farklı hani... Bazıları var ki doğuştan perdesiz, görebilir her iki boyutu da. Bazı anlarımız var ya hepimizin, yırttığı perdeleri. Bazen tüm perdelere inat sıkı sıkıya kapatırız gözlerimizi. Görmez olduk özelliğimizi. Göz görmeyince çaresiz katlandı gönül de el mahkum.


Onurumuzla devrettik ama gençliğimizi. Zamanında bırakabilmeyi bildik. Kocadık evet ama maskarası olmadık köpeklerin. Zirvede bıraktık denebilir. Kim bilir, istesek belki hala hepsinden genç, hepsinden dinamik olabilirdik! Risk almadık. 


Evlerini düşünüyorum tek tek; kafanı soktuğun, huzuru da acıyı da gördüğün, her biri sana ait, sana özel dam altları. Hepsine bıraktık kokumuzu en ilkel iç güdülerimizle. Önce içeri girip, şöyle bir göz atıp salıverdik etrafa arsız kimyamızı. Sahi ne kadar da sivriydi kimyalarımız? Bu sayede birbirimizden utanabilme yeteneğini edindik. Çizgilerimiz de oldu çok şükür zaman zaman; bir adım gerisinde durduğumuz.


Kutu kutu ev topladık, kutu kutu ev düzdük. İstanbul şehrinin kıta Avrupası'nda semt semt dolaştık durduk. Hiç geçmesek de diğer yakaya, bir türlü bir araya getiremedik kendi yakamızı da! Ortaklığımız da oldu, korkaklıklarımız da. Artık kabul etsek ne fayda!


Çaldıra çaldıra, kaptıra kaptıra udsuz sazsız kaldık. Çingeneler tartakladı, dağıttılar saçımızı başımızı, aldılar elimizdeki eşsiz enstrümanlarımızı...Rakılar, viskiler şişelerde kaldı, şarkılar şiirler raflarda... Balonuz ya aslında, öylesine büyük ve görkemliyiz ya hani, uçabilmek için attıkça attık aşağıya torbalarımızı. Yükseldikçe yeri göremez olduk, kaydıkça kaydı ayağımızın altındaki dünya. Başka diyarlar gördük, sevdik yerleştik. Düzen kurduk, evler yaptık yine soktuk bir damın altına her daim karışık kafalarımızı. Nikah masasından kaçma cesaretimizi yitirdik belki ama hayır diyebilme gücümüzü koruduk son tahlilde.


Dostluğumuz terk etii bizi, ışığımız söndü gitti ama kardeşliğimiz kaldı bizimle. Kan aldanmıyor işte! Zihni de kokusu kadar keskin, gelmiyor oyuna. Kumarda evi köyü satan dostluğumuza inat, sahip çıktı kardeşliğimiz; evini, kapısını açtı bize. Daha mütevazı bir evdi kardeşlik, kıt kanaat geçinen, sofralarında her akşam bir et yemeği bulunmayan, televizyonları bile olmayan kalabalık bir aile... Dostluk gibi önümüze çeşit çeşit peynirler, enfes şaraplar, ikramlar koymuyordu belki ama kapı dışarı etme ihtimali de yoktu en azından. Daha güvende hissettmeye başladık sanırım kendimizi.


Dünün dünüm, günün günün! Bir eksik yola devam...


Yüzünü dökme küçük kız,

Kızma onlara








Silgi Tarih




"En azından konuşmuk olduk. Artık benim için biraz daha gerçek birisin." 

Önce hatırlayamadım tanıştığımızı daha önce. Aşinalığı göz kamaştırıcıydı. Benden kopmuş, rengi solmuş, dokusu bozulmuş, çürümüş bir organımdı sanki! Adım kadar bana ait, adım gibi bildiğim bir cümle... Bu kez tam karşıma geçmiş, mevcudiyetini hatırlatıyor. Tabiatını iyi biliyorum; şu dakika artık eksikliğini de... Karşımda öyle heybetli ki, dokunuyor yüzüme usulca. Minicik elleri yüzümde sadece bir ben kadar minik yüzeyleri tanımlıyor. Şaşırıyorum. Nasıl olur da böylesine ihtişamlı bir cümlenin hissi, bir iğne ucu kadar küçük olur suretimde? Öylesine gökle yeksan ki varlığı, belki de sihirli çemberlerim yüzündendir diye düşünüyorum. Açılır açılır, koşar koşar uzaklaşırsın; tam coştuğunda, tam koptuğunda bakarsın ki üç yüz altmış derece kardeşmiş sıfıra! Fazlasıyla azı aynı olan kısır bir döngü! Notalar gibi ya da... Biraz koş uzaklaş Si'den, bir bakmışsın Do olmuş tabiatın; başa dönmüşsün. Açıl açılabildiğin kadar, eninde sonunda aynı taşlara vuruyor kafanı müzik. İşte belki bu cümle de bir çemberdir. Öylesine görkemli, öylesine dev ve heybetli ya mevcudiyeti, belki hissi sırf bu yüzden bir iğne başı kadar küçüktür? Zıplatmaya yetecek kadar yerinden...

Geçen her sene bir şeylerimi kaybettim. Geçen her sene birilerini gömdüm. Azala azala, eksile eksile buldum yalnızlığımı! Öylesine sevmişim ki yalnızlığı, içimde büyüdükçe büyümüşüm. Ağaçlarım kök sala sala orman olmuş içimde, bir başımalığım engin deniz... Şimdi şimdi görüyorum ki başka çarem olmadığından sevmişim yalnızlığımı. Belki de benim seçimim değildi bunca zamandır övündüğüm silüetim? Belki de beni şekillendiren heykeltraş, sandığım gibi kendim değildim? 

Oyun oynamış hafızam bana; sanal diye gösterdiği her şeyde gerçekliği bulmuşum. Gerçek sandığım herkesi kendi ellerimle toprağa bağışlamışım. Sevdiklerimi yatırdığım o toprak içimdeki yalnızlık ormanını beslemiş. Bir çemberin kısır döngüsüne girmişim yeniden farkında olmadan. Toprağın bereketinden, kutsallığından sual sorulmaz ya hani, aldığımı da verdiğimi de sorgusuz kabul edivermişim. Ellerim açık göğe dönerken yitirmişim yalnızlığımı... Benliğim, anılarım, uğruna mücadeleler verdiğim değerlerim görünmez olmuş gözüme. Zihnim bulanık; nerde hayal nerde gerçek kestiremez olmuşum. 

Heyecanlarımı hatırlıyorum; yaşadığım, herkese kısmet olmayan aşkları... Ölmeden, en azından bir kez olsun konuşmuş olalım istediğim hikayelerimi... Öylesine aşk doluydu ki kalbim, öylesine yabancıydı ki üstelik sevdiğim bana, tanımadan, tanışmadan sarıvermişti sihir beni! O gün ölsem aşkından, bir kez konuşmuşluğumuz yoktu sevdiğimle. Birine anlattığımda çektiğim acıyı, bana en son zaman görüştüğümüzü soracağını düşünürdüm hep ve korkuya kapılırdım aniden. Hiç konuşmadık onunla diyebilme ihtimalim taş üstünde taş bırakmazdı yuvamda. İçimdeki gerçekliği nasıl kanıtlayabilirdim kendime? Bir kez sesini duysam, sanki daha mı gerçek olurdu sevdiğim? Yollara düşsem, şehirleri aşsam, denize varsam, hikayeler yazsam, kendimi assam yine de kanıt sayılmazdı değil mi? Canından, kanından olmazdı onun! Ne zaman bıraktım acaba böylesine şartsız, koşulsuz sevmeyi? Hayatıma bir hortum girmiş sanki, uçuruvermiş her şeyi...Evleri, köyleri yerinden sökmüş, ağaçları ormanları talan etmiş, cümle mahlukat telef olmuş. Öylesine uzak düşmüşüm ki anılarımdan, çocukluğumdan, aşklarımdan... Şimdi hepsini bir arada görsem, bir zamanlar bana ait olduklarından şüphe ederim herhalde. 

Acının, ağrının, kederin, hepsinin bir eşiği var; ötesi ve berisi... Bir değerin altında hepsi düz çizgi. Filmlerde ölümü anlatmanın en çok denenmiş yolu gibi; kalp ritmini gösteren cihazın ekranı ve bir düz çizgi; o denli klişe... Bir değerin altı hissiz; teori de mevcut belki ama pratikte yerinde değil! Bir arının soktuğu noktayı peşi sıra bir sivrisinek soksa, hissedebilir miyiz acaba? Tek seferde taşımanız gereken bir miktar sıvı olsa ve elinizde tek defa kullanabileceğiniz 5 litrelik bir kap; taşınması gereken sıvı miktarının 10 ya da 11 litre olması bir şeyi değiştirir mi? Dünyada satın alınabilecek her şeyin toplam maliyetinin 100 lira olduğunu düşünün; 200 liranızın olmasıyla 201 liranızın olmasının farkı nedir? Acının, kederin ölçülebilir olduğunu varsayalım. Metrekare, metreküp, desibel gibi onun da bir birimi olsun: Ülser. Diyelim ki siz 5 ülserin altındaki acıları hissedemiyorsunuz. Sevgiliden ayrılmanın değeri 1 ülser, bir arkadaşınızla yollarınızı ayırmanızın 2; ikisi arasındaki farkı hissedebilir misiniz? Ve düşünün; hayatınızda öyle bir noktadasınız ki, bundan sonra çekebileceğiniz hiçbir acı 5 ülserin üstünde değil!

Paniğe kapılmakla rahatlamak arasında bir his bu; artık hiçbir şeyin 5 ülserin üzerine geçmeyecek olması! Bundan sonrası bir düzlük o halde? Çıkmayan, inmeyen, eğrisiz büğrüsüz, akmaz kokmaz bir gelecek... 5 ülserin ateşten bir çember oluşturduğu, her acının kederin çaresiz kendini sokarak imha ettiği bir sonra... Hayatta memnun olmadığınız şeylerden kurtulmak en kolayı! Sevmediğiniz bir evden taşınmak, mutlu olmadığınız bir işten çıkmak, sevmediğiniz bir filmin yarısında sinemadan ayrılmak... Bunlar kolay. Bütün mesele, çok sevdiğiniz bir filmin yarısında salonu terk edebilmek! Sevdiğiniz evinizden taşınmak, iyi bir işi tepmek, sevdiğinizden ayrılmak... Önemli olan, çok sevdiğiniz, güzel şeyleri de, usulca eğilip bir nehrin kenarına, avcunuzun içinden, akan suya bırakabilmek! 

Ve günler, aylar, yıllar sonra eksik, eksilmiş hayatımın orta yerinde bir bayram şenliği! Bir cümbüş! Akan su, yüzdürmüş çer çöpü üstünde, getirmiş kapıma kadar! Bir tek bana kalan, kimsenin yüzüne bakmadığı yaşanmışlıklarım. Kimseye görünmeden, saklanarak, cansız gibi gözükerek yüze yüze gelmiş bulmuşlar beni. Bana ait bir tarihle sevişme! Çizdiğim düz çizgimi peşim sıra yer yer, sile sile kesikli çizgiye çeviren, bir var bir yok, bir silgi tarih!